Alkımın Güneşi "Bölüm 37"



          Dönüş yoluna çıkmak için arabaya bindiğimizde Güneş’in hala bu plandan haberi yoktu. Ve fazlasıyla yorgun görünüyordu. Eve gidip dinlenmek isteyebilirdi. Böyle bir durumda kendimi bir şekilde evine götürtmem gerekiyordu. Ondan ayrı kalamazdım. Özellikle de bugün. İlk defa seviştiğimiz gecenin ertesi gününde her an yanında olmalıydım.

            -Akşamki konsere Alkım’la sen de geliyorsun.

            Ben nasıl söyleyeceğimizi kafamda planlamaya çalışırken Müge her zamanki patavatsızlığıyla dan diye söylemişti yine. Güneş’in vereceği olumsuz tepkiden öylesine korkuyordum ki gözlerimi kapatınca daha az hasar alırım diye düşünüp öyle yaptım.

            -Ne konseri lan? Ben eve gidip yatacaktım.

            -Yine gider yatarsın. Önce konsere gidelim sonra illa ki evine döneceksin. Yarın işiniz gücünüz yok zaten.

            -Off Müge ya!

            -İtiraz yok kes sesini. Geliyorsunuz.

            Bu çok kolay olmuştu. Müge emrivakiyi yapıştırmış Güneş söylene söylene de olsa kabul etmişti. Güneş’ten bahsediyoruz! Yalnızca kendi bildiğini okuyan Güneş… Olsun. Akşam birlikte olacaktık sonuçta. Hatta şansımız yaver giderse yine onlarda kalabilirdim. Abartma sen de Alkım bokunu çıkarma artık! Ama napayım dayanamıyordum.

            Arabayı şirkete teslim ettikten sonra konserin olduğu yere Bornova’ya geçtik. Badigartlarla dolu kapıdan içeri kendimi attığımda hala rahat nefes alamamıştım çünkü girişin bi kat altına inmemiz gerekiyordu. Bu yerin dibi anlamına geliyordu ve çoktan beni basmışlardı. Giriş kat zaten yeterince basık ve az ışıklıydı. Kim bilir alt kat ne kadar havasızdı?

            -Hadi Alkım.

            -Hı? Tamam tamam geliyorum.

            İki kişinin yan yana inemeyeceği kadar dar olan merdivenlerden aşağı inerken bir an duraksamıştım. Niyeyse bu geceden çok hoşlanmayacakmışım gibi hissettim. O an oradan koşup çıkmak, rahat nefes alabileceğim bir yere gitmek istiyordum. Güneş duraksadığımı fark etmiş fakat içimden geçenleri anlamamıştı. Israrcı bir sesle “Hadi hadi!” diye kolumdan tutup çekiştirmişti beni. Yapacak bir şeyim yoktu. En baştan gelmeyi kabul etmiştim. Bu saatten sonra vazgeçtim diyemezdim.

            Daha fazla insanı sığdırabilmek için dip dibe özensiz bir şekilde dizilmiş masalarla kaplı, berbat kokulu, kısık sarı ışıkların aydınlatmaya çalıştığı küçücük bir yerdeydik nihayetinde. Masalar o kadar yakındı ki arkana dönerken yan masada oturanın birasını devirebilirdin. Ya da çaktırmadan çerezlerini avuç avuç yürütebilirdin. Yerden yükseklik iki metre bile değildi. Öyle ki kısacık boyuma rağmen ilk defa bu kadar alçak tavanı olan bir yer görmüştüm. Rezervasyonlu gelmenin anlamını da burada yeniden öğrendim. Rezerve demek hoparlörlerin yanındaki masaya oturtulmak demekmiş. Neyse ki herkesin oturmasını bekleyip hoparlörlere ve sahneye en uzak yeri seçtim. Güneş de aynısını yapmıştı. Sözleşmişiz gibi karşı karşıya kalmıştık. Yanımda oturması tercihim olurdu ama unutmamalıydım ki ondan vazgeç-miş gibi yapıyordum. Böylesi daha iyiydi.

            Doksanların bütün duygu yüklü, bol ağlatmalı Türkçe şarkılarından oluşan repertuara ara verildiğinde içime ağlamaktan helak olmuştum. Konserde eğleneceğimi düşünüp gelmiştim ben oysa ki. Bu da neyin nesiydi böyle? İçim dışıma çıkmıştı ağlamaktan. Neyse ki bunu Güneş fark etmemişti. Karşımda oturuyordu bi de. Onun yerine yanımda oturan Müge’nin ablası gözlerini fal taşı gibi açıp üzerime dikerek soru bombardımanına tutmuştu.

            -Aaa kuzum noldu??? Niye ağlıyorsun???

            -Yok bir şey.

            -Güneş mi?

            -Sen nereden biliyorsun ya? Müge mi söyledi?

            -Hayır canım. Senin bakışların söyledi.

            -Allah kahretsin bakışlarımı. Adam olmaya niyetleri yok.

            -Senin de üzülmenin anlamı yok. Bırak akışına. En doğrusunu hayat gösterir. Belki doğru insandır ama yanlış zamandır. Tam tersi de olabilir.

            -Ben ona aşığım!

            -Aşıksın diye aşkını hak ettiği anlamına gelmez. Dediğim gibi bırak akışına.

            Yarım saat içinde hikayemizi özetlemiş vah vahlarla beraber bir çok nasihat almıştım. Fakat bunların içimi rahatlatması birkaç dakikadan fazla sürmemişti. Güneş konuştuğumuzun bile farkında değildi. Sahi bu adam bu gece niye hiçbir şeyi fark etmiyordu? Normalde sinek uçsa gözünden kaçmazdı.

            -Sesin çıkmıyor Güneş?

            Gözlerimi çabucak silip telefona kitlenmiş olan Güneş’in eline vurmuş ve ortam yeterince gürültülü değilmiş gibi bağıra bağıra sesinin niye çıkmadığını sormuştum.

            -Hiç arkadaşla konuşuyorum.

            -Kimmiş o arkadaş?

            Bunu sormamı beklemiyordu. Aslında ben de beklemiyordum. Bananeydi ki? Biz de arkadaş değil miydik sonuçta?

            -Hiç ya öyle bir arkadaş.

            -Peki.

            Gözlerini bir an bile telefondan ayırmadan bana verdiği cevaplar hiç ama hiç tatmin etmemişti beni. İçinde bulunduğum gürültü kirliliğinin yüksek düzeyde olduğu ortamdan kendimi soyutlayıp Güneş’i izlemeye başladım. Parmak hareketlerini (mesajda ne yazdığını anlamaya çalışıyordum.) mimiklerini ve en çok da gelen mesajı okurken yüzünün girdiği şekli… Parmaklarından hiçbir anlam çıkaramamıştım. Hoş! Sabaha kadar izlesem yine çıkmazdı ama yüzünde ifade yakalamıştım. Bu Güneş’ten gelen mesajı okurken benim yüzüme oturan ifadenin birebir aynısıydı. Görür görmez karnıma bir ağrı saplandı. Klimanın yanında oturuyor olmama rağmen alnım boncuk boncuk terledi ve gözlerim görüşümü buğulaştırmaya yetecek kadar doldu. Sabahtan beri telefon elinden düşmüyor ve her mesajı gülerek okuyordu. Bu bir erkek elbette olamazdı. Ki öyle olsa söylerdi. Bu bir kızdı. Acaba yeniden Tuğçe'yle mi konuşuyordu?

            Kendimi oradan dışarı nasıl attım bilmiyorum. Kapının önüne çıkmış, son anda almayı akıl ettiğim bir dal sigaramı badigartın çakmağıyla yakmış ve yan taraftaki dükkanın kepenklerinin önüne oturmuştum. Kendime hakim olmam gerekiyordu ve ben hala bir adım dahi yol kat edememiştim. Tamam biz birlikte olmayalım ama Güneş başkasıyla da birlikte olmasın. Bunu kaldıramazdım. Günün birinde onu bir kızla el ele görmeye yüreğim dayanmazdı.

            -Ne oldu Alkım,  iyi misin?

            Siktir! Güneş gelmişti. Saatlerdir etrafında olan hiçbir şeyi görmeyen adam masadan kalktığımı görmüş ve peşimden gelmişti. Yetmiyormuş gibi şimdi de gözyaşlarımı görüyordu.

            -İyiyim ya sorun yok. Git sen.

            -Biz senle ne konuşmuştuk? Ne diye ağlıyorsun?

            -Ya bir şey olduğu yok. Öyle duygulandım biraz.

            -Emin misin?

            -Evet eminim.

            -Ağlamak senin gibi bir kıza yakışmıyor Alkım. Sen en güçlüsün unuttun mu? Hadi kalk yüzünü yıka. Toparlanıp da gel aşağıya.

            -Biraz daha otursam?

            -Hadi dedim.

            Güneş yüzünden yeniden o kapalı pis kokan yere tıkılmıştım. Anlamadığım hiç kimse mi sıkılmamıştı yani buradan? Kalkıp gidemez miydik? Göz ucuyla önce Gökmen’i sonra Müge’yi süzdüm. İkisi de çakırkeyif olmuş şarkılara eşlik ediyordu. Müge’nin ablası için de bir sorun yoktu. Öyle ki geldiğimi fark etmemişti bile. Ses edemezdim. Herkesin keyfi yerindeyken kimsenin keyfini kaçırmaya niyetim yoktu açıkçası. Eğleniyormuş gibi yapmaya çalıştım. Ama Güneş’in yoğun bir şekilde devam eden mesaj trafiğini takip ediyordum. Hala aynıydı. Telefon titrediğinde masadan alıyor gülümseyerek cevap veriyordu. Bir süre sonra kendime işkence etmekten vazgeçip “Bonzai” şarkısının sahibinin yasaklandığı halde sahnede büyük bir zevkle bu şarkıyı söyleyişini izledim. Bu da çok zevk vermiyordu açıkçası ama herkes bayılıyordu anladığım kadarıyla.

            Son olmasını ümit ettiğim biramı söylemeye kalkıştığımda Güneş seslendi.

            -İçmeye devam mı?

            -Başka napayım? Çok sıkıldım.

            -Tamam o zaman ben de içeyim.

            -Bana eşlik etmek zorunda değilsin.

            -Kendime sadece destekçi arıyordum.        

            -Sen bilirsin.

            Boşları almaya gelen garsona iki tane daha bira istediğini gösteren bir hareket yaptı. Sonra yeniden bana döndü.

            -Baksana sana bir şey vereceğim.

            -Kalbini vermedikten sonra ne verirsen ver ne kadar umrumda olur ki?

            -Anlamadım?
           
            Bunu kısık sesle söylemiştim. Ağız okuma yeteneği de olmadığından elbette anlamamıştı.

            -Bir şey demedim. Ne verecekmişsin?

            -Bak bu en sevdiğim bilekliğim. Beşiktaşlı ama benim baktığım gibi bakacağını biliyorum.

            Bunu söylerken bir yandan da bileğindeki ipleri çözüyordu. Sonra bir çırpıda bileğimi kavrayıp ipleri özenle benim bileğimde düğümledi. Ne gerek vardı şimdi buna? Bu adam bir şeyleri kafamdan atmaya çalıştığım her anda yeni bir hareketle her şeyi mahvediyordu. Tüm bunları yapıp sonra yeniden onu unutmamı istiyordu.

            -Teşekkür ederim.

            -Rica ederim. Kaybetme bak döverim.

Bunu ortamdaki buzları eritmek ve yüzümü güldürmek için söylemişti. Hatta bilekliği bile o yüzden vermişti. Birazcık gülümsemem için gözümün içine bakıyordu o an. Ben de onun istediğini yaptım. Gözlerinin içine bakarak sıcacık bir tebessüm armağan ettim yarım yamalak da olsa.

Konser bitmeden kalkmayı sonunda akıl edebilmişlerdi. Bir anda hepsi ayaklandı hadi gidiyoruz diye. Canıma minnetti. Bir an önce eve gidip kendimi yatağıma atmak istiyordum. Güneş’e bile gidesim yoktu. Arabanın orta koltuğunda yerimi almış kusmamak için gözlerimi kapatmamaya çalışıyordum. Bütün dikkatimi yola kitlemiştim ki Müge’nin ablasının Buca yerine Alsancak yönüne saptığını gördüm.

-Hayırdır?

-Ne hayırdır?

-Eve gidiyoruz sanıyordum.

-Gece daha yeni başlıyor bebeğim.

Bunu söylerken dikiz aynasından gözlerimin içine bakıp göz kırpmıştı. Benden başka kimsenin sesi de çıkmadığına göre benim dışarıda olduğum an konuşulmuş planlar yapılmıştı. Güneş ise o an ruhen aramızda değildi. Mesajlaşmaya devam ediyordu. Üstelik yanımda oturuyor ve ben görmeyeyim diye telefonu çaktırmadan yan yatırıyordu. Bu iş artık canımı sıkmaya başlamıştı.

Alsancak’a geldiğimizde bir kez daha evde olmak için can atıyordum. Her mekandan son ses çalan müzikler Gazi Kadınlar Sokağı’nı inletiyor ve birbirine karışıyordu. Saat gece ikiyi gösteriyordu ve mekanlar dolup taşıyordu neredeyse. Nereye gidiyoruz acaba diye düşündüğüm anda en nefret ettiğim şarkının çaldığı mekanın önünde durduk. Buraya giriyorduk ve ben bu mekandan da nefret ediyordum. Yine sesimi çıkarmadım.

Bornova’daki mekana göre tavan biraz daha yüksek ve havalandırması daha iyiydi fakat çaldığı müzikler ve lazerleriyle tam bir fiyaskoydu. Yeniden biramı elime alıp eğleniyormuş gibi görünmeye çalıştım. Bu rolü bugün fazlasıyla iyi oynuyordum. Oynamak zorundaydım da zaten. Başta Güneş ve Gökmen olmak üzere herkes fazlasıyla eğleniyordu. Öyle ki aptal bir kadının masaya çarpıp birayı üzerime döktüğünü bile görmediler. Kendi kendime tuvalette bir yandan üzerimi temizlerken bir yandan da o kaltağa sövüyordum. Geri geldiğimdeyse tuvalete gittiğimin bile farkına varmamışlardı.


Eve geldiğimde saat sabahın beşini gösteriyordu. Bu insanlarda nasıl bitmek bilmeyen bir enerji olabilirdi? Şimdi uyusam yarın akşamdan önce uyanmayacağım belliydi. Ki bu zaten en mantıklısıydı. Bugün her açıdan yoğun bir gün yaşamıştım. Hazmetmek için birkaç güne ihtiyacım vardı. Sıcacık duşumu alıp kendimi yatağa attım. İşin tuhafı bu kez Güneş’i düşünmeden uyuyakaldım.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Fotoğraf Karesi

Olmuyor

Sana Rağmen