Alkımın Güneşi "Bölüm 42"



            Güneş’i görmediğim kaç gün geçirdim? Bilmiyorum. Bu zaman zarfında çoğunlukla Selin ve Koray’ın çocuğu gibi davrandım. Peşlerinden ayrılmadım, evlerinden çıkmadım.

            Tuğçe’nin yeniden ortaya çıktığını ve bu kez Güneş’in ona aşık olmuş olabileceğini Selin’e anlattım. Kesin bir dille reddetti. Güneş’in Tuğçe’ye aşık olacağına asla inanmayacağını söyledi. Onun için bu durum imkansızdı. Tuğçe Güneş’in ideal eş kategorisine son sıradan bile giriş yapamazdı çünkü Selin’e göre. Benim içinse kötü olan her senaryo kabul edilebilir durumdaydı. Bu yüzden Selin’e fazla kulak asmadım. Ama oturup kendimle de konuşmadım. Yalnız kaldığım anlarda düşüncelerim beynimi kemirecekmiş gibi hissediyordum. Bu yüzden yalnız olmamak için elimden geleni yaptım. Sahte sevgilim Poyraz’la bile görüştüm. Bana yaranabilmek için kırk takla da atsa bir günden bir güne güldüremedi yüzümü. Yaptığımın doğru olduğunu asla söyleyemezdim. Ama birileri ömrüme önce güneşi doğurmuş sonra beni güneşten kilometrelerce öteye itmişti. Bunun acısını ister istemez bir yerlerden çıkarmam gerekiyordu. Bu kişi de Poyraz olmuştu. Neyse ki Poyraz’a yalan söylemiyordum. Daha en başında onu sevmediğimi açıkça belirtmiştim. Birlikte olmayı o seçmişti. O zaman bu duruma da katlanacaktı.

Selin ya da Poyraz’ın müsait olmadığı zamanlar ise tam bir işkenceydi benim için. Gökmen’le Güneş sırayla arıyor, telefonu açıp sohbet ettikten sonra içim kan ağlaya ağlaya bir bahane uydurup görüşmeyi reddediyordum. Gökmen’in yüzünü görmek istemiyordum, Güneş’i gördüğümde ise avuçlarımın sırılsıklam olacağını adım gibi biliyordum. Bu yüzden görüşmemek için her şeyi yaptım. Bir süre sonra onlar da vazgeçti zaten. Artık ne Güneş ne de Gökmen arar oldu. Niye arasınlardı ki zaten? Güneş yeni sevgilisiyle gününü gün ediyordu. Ben kimdim ki?

            Poyraz’la buluşup kahve içmeye gittiğimiz bir gün, olasılığının milyonda bir olacağı, benimse asla ihtimal vermeyeceğim bir şey oldu.
           
            Öğretmenevleri Sokağı'nda buluşmuş hepsi birbirinden güzel olan kafelerden birine gitmek üzere yürümeye başlamıştık. Poyraz bir an elimi tutmak istemiş bense bütün soğukkanlılığımla elimi yavaşça çekmiştim. Hangi kafeye girmek istediğimi düşünüyor canımın ne çektiğini bulmaya çalışıyor gibi bir ifadeyi yüzüme yerleştirip sağlı sollu dizilmiş kafeleri bir bir süzüyordum. Poyraz bu tavrıma bozulmuş olsa da üzerinde çok durmamıştı. Aksine aramızdaki soğukluğa küçük adımlarla son vermek istiyordu. O sırada karşıdan gelen iki adamın tanıdık olduğunu fark ettim. Biraz daha yaklaşıp aramızda iki metreden az mesafe kalınca karşılaştığım gerçek gözlerimin kararmasına, ellerimin karıncalanmasına ve midemin bulanmasına neden oldu. Günlerdir köşe bucak kaçtığım Güneş ve Gökmen tam karşımdaydı. Üstelik beni de fark etmişlerdi. Saklanma, geri dönme şansım yoktu. Bacaklarımın da uyuşmaya başladığını hissedince bir anda Poyraz’ın eline yapışıp avuçlarımızı sıkı sıkıya kenetledim. Poyraz’ın şaşkınlığı bir yana, Gökmen’in, Güneş’in şaşkınlığı başka bir yana… Bu üç adamın arasında kalan benim şaşkınlığımdan hiç bahsetmiyorum bile!

            -Alkım Hanım’ın bizden günlerdir niye kaçtığı belli oldu.

            Güneş’in hiç beklemediğim anda o muhteşem gülüşüyle suratıma sol taraftan attığı yumruk sersemleşmeme neden olmuştu.

            -Yok canım. Ne alaka ki şimdi?

            -Öyle ama. Ne zaman aradıysak açmadın. Ya da bir bahane bulup görüşmedin bizimle.

            Bu da sağdan aldığım ikinci darbeydi. Ne diyebilirdim ki? Seni gördükçe canım yanıyor mu demeliydim yani?

            -Okul yoğundu. Dersler falan. Malum sınavlar da yaklaştı.

            -Tabi canım.

            Bana laf yetiştirirken bir yandan da çaktırmadan Poyraz’ı süzüyordu. Bingo!!! Poyraz da aynısını Güneş için yapıyordu. Sonra bana dönüp tanıştırmayacak mısın dercesine gözlerimin içine baktı.

            -Aaa kusura bakmayın. Poyraz; bu Güneş. (ne denirdi ki? Aşık olduğum adam, hiç sevgilim olmayan eski sevgilim, eski bir dost, mahalleden arkadaş…) Okuldan arkadaşım.

            -Böyle mi olduk şimdi?

            Güneş bu kez de yüzümün tam ortasına bir yumruk geçirmişti. İyice afallamıştım. Ayakta duracak halim kalmamıştı. Poyraz elimi tutmasa yere yığılırdım.

            -Hep öyleydin.

            İşte bu bee!!! Nereden geldiği belli olmayan bir güçle kendime gelmiş, Güneş'in suratının ortasına yumruğumu indirmiştim. Bu sefer saldırma sırası bendeydi. Suratında patlayan yumruğuma o kadar hazırlıksızdı ki gecenin karanlığında bile yüzünün renginin değiştiğini görebiliyordum. Bu bana daha çok güç vermişti.

            -Tabi doğru haklısın.

            -Bu da Gökmen. Güneş’in kuzeni. Ve çocuklar bu ise Poyraz. Erkek arkadaşım.

            Bu benim bitirici darbem olmuştu. Ses tonumdaki rahatlık ve “erkek arkadaşım” derken Poyraz’ın dudağının kenarına kondurduğum öpücükle Güneş neye uğradığını şaşırmıştı. Böylesine rahat olmamı beklemiyordu anlaşılan. Açıkçası ben de beklemiyordum. Neler olmuştu bana böyle? Nereden gelmişti bu güç?

            -Memnun olduk. Biz tutmayalım sizi. Eve geçiyoruz. Eee bence bir ara da bizimle kahve iç artık.

            -Seve seve canımın içi. Öpüldünüz.

            Güneş şaşkınlığını gizlemeyi ne kadar denese de başarılı olamıyordu. Bunu en iyi ben yapıyordum ve onca zamandır benden zerre bir şey kapmamışlardı. Karşısında kazandığım zaferin tadını ağzımda bir çikolata barı varmışçasına hissediyordum. Gözlerimi kapatıp bu çikolatamsı zaferin tadını çıkarmaya başlamıştım ki Poyraz’ın sesiyle kendime geldim.

            -Bu da neyin nesiydi Alkım?

            Gözlerini üzerime dikmiş bana bakıyordu. Elimi ise hala tutuyordu ve benden bir açıklama bekliyordu. Bu kez sakinliğimden eser yoktu. Bir çırpıda elimi çekip hızlı adımlarla yürümeye başladım. Arkamdan gelirken ses tonundan sinirlendiği anlaşılıyordu.

            -Sana söylüyorum! Bu nasıl bir saçmalık? Sırf bir şansım olur belki diye seninle aptal bir oyun oynamayı kabul ediyorum. Ama sen elini tuttuğumda mikroptan elini çekermiş gibi benden kaçıyorken iki tane ne idüğü belirsiz tip görüp sıkı sıkıya elime yapışıyorsun. Ben senin oyuncağın değilim Alkım! Sen benimle kimi kıskandırıyorsun? Nasıl bir oyunun içindeyim ben?

            -Düzgün konuş onlar hakkında! Ne oldukları gayet de belli! Böyle konuşamazsın.

            -O kadar laf söyledim ikimiz hakkında gelip de buraya mı takıldın yani? Kim onlar Alkım? Bizden daha değerli olan o iki serseri kim?

            Sinirlenmeye başlamıştım. Her türlü hakareti ve küfrü Güneş’e yalnızca ben edebilirdim. Başka birinin onun hakkında bu şekilde konuşmasına izin veremezdim. Ne olursa olsun!

            -Sensin serseri! Çok mu merak ediyorsun? Senin aylardır başaramadığını bir bakışıyla başaran adam o iki serseriden biri. Aşık olduğum adam o anlıyor musun? Deli gibi sevdiğim adam o! Bize gelecek olursak da biz diye bir şey hiçbir zaman olmadı. Bu şeye başlarken en başta söyledim sana. Beklentin olmasın dedim. Sen ne yaptın? Israrla beni tavlamaya çalıştın. Aylarca uğraşarak aşık edilmez bir kadın kendine. Bir bakışınla ettin ettin. Edemediysen ancak avcunu yalarsın. Tıpkı senin şimdi yaptığın gibi.

            Poyraz karşımda sinirden bambaşka bir adama dönüşmüştü. Buğday teni kıpkırmızı olmuş, burun delikleri ve göz bebekleri büyümüş, hızlı hızlı nefes alıp vermeye başlamıştı. Sağ yumruğunu sıkı sıkıya tutuyordu. Bir şey söyleyecek gibi oldu. Ağzını açtığında boğuk birkaç anlamsız kelimeden başka bir şey duyulmadı. Gözlerimin içine bakıp birkaç saniye bütün nefretini sessizce kustu. Sonra arkasını döndü. Bağrışlarımızı dizi izlercesine izleyen birkaç kişiyi görmezden gelip sokağın başına doğru yürüdü. Başı önündeydi. Oysa Poyraz hep dimdik yürürdü.

            Olmuştu. Canımın ne denli yandığını bile tahmin edemezken en az yandığım kadar bir adamı yakmıştım. Oysa en çok korktuğum da buydu. Canımın acısından bir başkasını enkaza çevirmek istemiyordum. Ama bunu yapmıştım. Çok da berbat yapmıştım üstelik. İstesem bu kadar iyi dağıtamazdım bir adamı. Sokaktaki insanlara aldırmadan Güneş’e bir küfür savurdum. Onun suçuydu. O benim canımı böylesine yakmasaydı, ben de Poyraz’ın canını yakmayacaktım.

            O günden sonra Poyraz bir daha aramadı beni. Araması saçmalık olurdu zaten. Ki aramasını da istemiyordum açıkçası. Ben onu paramparça etmiştim ve ne kadar üzgün de olsam onu toparlamaya niyetim yoktu. Yalnızca bir ay kadar hayatımda var olan adam gittikten sonra düzenimde değişen hiçbir şey olmamıştı. Otuz günlük süreçte hayatımın hiçbir yerine bulaşmamıştı yani.

            Monoton hayatım bütün klişeleriyle devam ederken daha sabah görüşmüş olmamıza rağmen Selin’den telefon geldi.

            -Nerdesin Alkım?

            -Evdeyim noldu?

            -Sana anlatmam gereken şeyler var. Geliyorum.

            Gel dememe bile izin vermeden telefonu yüzüme kapatıp iki dakika içinde kapıma dayandı. Anlatacağı şey her ne ise bayağı önemli görünüyordu. Yoksa Selin diz yapmış pijamaları ve ev terlikleriyle asla sokağa çıkmazdı. Kim çıkardı ki zaten bu halde? Allah’ım şu tipe bak! Çamur mu o terliklerinden sarkan?

            -Terliklerimi incelemeyi bırak da beni dinle.

            -Ama çamur var.

            -Başlatmasana çamuruna. Anlatacaklarım çok önemli.

            -Neymiş ya bu kadar önemli olan?

            Önemli kelimesinden başka bir şey çıkmıyordu Selin’in ağzından. Bir de koşa koşa geldiğinden adam gibi nefes de alamıyordu garibim. Tam anlatacaktı ki kalkıp mutfağa gitti. Bir bardak su ve kül tablasını alıp yanıma döndü. Koltuğa yüzünü bana dönecek şekilde oturdu. Bağdaş kurup sırtını dikleştirdi. Paketinden sigarasını çıkarıp bir çırpıda yaktı. İçine çektiği ilk dumanı verirken başını yukarı kaldırıp tavanı kapalı gözleriyle inceledi. Bu hareketini biliyordum. Son anda anlatacağı şeyden vazgeçerdi genellikle bunu yaptığı zamanlar. Ne olursa olsun öğrenmem şarttı. Durduk yere ortalığı ayağa kaldırmış olamazdı.

            -Selin! Şunu yapmayı kesip bir an önce anlatsan iyi olacak. Vazgeçersen bir daha bakmam yüzüne.

            -Ya senin için vazgeçmiştim.

            -Yok benim içini falan. Yeter artık. Konu her neyse Güneş’le ilgili anlaşılan. Olan oldu artık. Hemen anlatıyorsun.

            -Bunları anlattığımı Koray’a söylemek yok ama?

            -Güneş’i bir daha görmek nasip olmasın!

            Bu yeminime şaşırmıştı. Ben de şaşırmıştım. Aslında Güneş hayatıma girdiğinden beri adımlarımı bu kalıpla belirlerdim. “Bunu yapmazsan bir daha Güneş’i göremezsin inşallah” “Ders çalışmanın ödülü Güneş’le konuşmak olacak” vs. vs. Ama Selin buna ilk kez şahit olmuştu anlaşılan. Ki Güneş mevzusunu kapattığımı düşünüyordum. Yalnızca nefretimde yaşadığını düşünüyordum. Anlaşılan bilinçaltım hala Güneş diye sayıklıyordu bir duvarın dibinde. Kahretsin ya! Bunu böyle öğrenmeyi hiç istemezdim.

            -Güneş seni Poyraz’la el ele görmüş. Hatta konuşmuşsunuz. Hatta tanıştırmışsın bile.

            -Evet nolmuş?

            -Ne nolmuş? Kızım hani Poyraz senin için önemsiz biriydi? Erkek arkadaşım diye tanıştırmışsın onu.

            -Ne diye tanıştırsaydım Selin? Bu adam beni hayatında istedi mi? İstemedi. Tuğçe’ye geri döndü mü? Döndü. Beni hiç sevdi mi? Sevmedi. O zaman niye uğraşayım hala ben Güneş için?

            -Sen de aptalsın Güneş de aptal. O gece sizi gördükten sonra Koray’a gelmiş. Ben yoktum evde. Koray da daha yeni anlattı bana.

            -Kızım çatlatmasana insanı. Ne olmuş anlat hadi.

            -Seni bir erkekle el ele görünce kötü hissetmiş. Aslında ne hissettiğini de bilmiyormuş. Sadece Koray’a bu hissettiğim şey çok kötü bir şey demiş. İçmiş bir de baya. Sonra sızıp kalmış.

            Aferin Seliiinnn! Gelip bunu anlattın suratıma aptal gülümsememi yeniden kondurdun. Kat ettiğim yolları (varsa tabii) bir çırpıda toza dumana boğdun. Kalbimdeki Güneş’e sapladığım hançerleri bir bir çıkarttın. Hadi bakalım. Ayıkla şimdi pirincin taşını. Aldık mı yine başımıza belayı!

            -Anlayacağın Alkım; bu çocuk farkına varmadan sana bir şeyler hissetmeye başlamış galiba. Baksana! Sizi görüp kendini içkiye vuruyor. Kötü bir his falan diyor.

            -Ay Selin tamam sus nolur! Zoraki birkaç adım atmıştım Güneş’siz bir hayata onu da bir çırpıda mahvettin yani çok sağ ol.

            -Ya saçmalamasana! İyilik yapıyorum sana. Bence sen vazgeçme Güneş’ten. Bak yakındır gelir kapına.


            Belki doğruydu Selin’in söyledikleri belki de sadece varsayımdı. Doğru olduğunu düşünürsek Güneş benimle konuşmaya gelecekti. Peki ben ne yapacaktım bu durumda? “Aylardır bu anı bekliyorsun tabi ki boynuna sarılıp onu kabul edeceksin.” Bu kalbimin verdiği cevaptı. Beynim ise çok daha farklı düşünüyordu. “Daha önce de hoşlanıyordu senden. Bak! Ne var elinde? Hiçbir şey. Yine aynısı olacak. Yapma. Kabul edeyim deme sakın.” Beynimin cevabı en doğrusu en mantıklısıydı ama eğer ki Güneş karşımda durup cennet rengi gözleriyle gözlerimin içine içine bakarsa vereceğim cevap kalbimin cevabından farksız olmayacaktı. Bir kez daha kafama sıkacaktım. Ve bu kez beynime sıktığım kurşunu bir daha hiçbir operasyon çıkaramayacaktı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Fotoğraf Karesi

Olmuyor

Sana Rağmen