Alkımın Güneşi "Bölüm 1"
Günlerdir kafam hayli dağınık, canım fazlasıyla sıkkındı. Uzun
zamandır mutsuzdum aslında ama son olaylar daha fazla tetiklemişti sanki
mutsuzluğumu. Ben yeteri kadar mutsuzken, daha fazlasını sunmuşlardı bana.
İsteyip istemediğimi sormadan üstelik... Yalnız kalıp beynimdeki konuşmaları,
komplo teorilerini ve bilumum senaryoyu dinlemek, her birine yenisini ekleye
ekleye kendimi yiyip bitirmek istemiyordum. Alsancak'a geldiğimde kuzenimi
arayıp yanıma çağırdım. Bir şeyler anlatacağımın farkındaydı ve en az benim
kadar sabırsızdı. Başımın etini yedi resmen artık anlat diye. En sevdiğimiz
kafeye gidip kahvelerimizi söyledikten sonra yavru bir kedinin mama isteyen
bakışlarıyla gözlerini yeniden üzerime dikti.
Bütün
hikayeyi anlattıktan sonra ilk defa bir adama bu denli nefret beslediğimi fark
ettim. Bu nefret; karşılaşabileceğim her sevgiden güçlüydü. Beynimi ele
geçirdiği an, kurduğu planlara inanamamıştım ama nefrete zaafım vardı. Elbette
ne isterse yapacaktım.
-"Ben
bu kez susmayacağım. Ben sustukça herkes mutlu mesut yaşamaya devam etti, olan
bana oldu her zaman. Bu kez kendimi ezdirmeye niyetim yok."
Bu sözleri
söylediğime inanamamıştım. Kafamı hemen kahve kupama gömdüm ama iş işten
geçmişti. Laf ağızdan çıkmış ve nefretim en büyük alkışı tutmuştu. Bunun geri
dönüşü olmayacaktı.
-"Boşver."
dedi kuzenim. "Büyüklük yine sende kalsın. Bunu yaparsan hiçbir şey
kazanmazsın."
-"Kazanacağım.
Huzurumu, gururumu, umudumu geri kazanacağım. O adamı geri kazanmaya niyetim
yok. Sadece benden çaldığı mutluluğu geri almam lazım. Beni yıkıp enkaza
çevirip kendisi mutlu mesut yaşamaya devam edemez. Ne mutluluğunu bırakacağım
elinde ne de huzurunu."
Sevgiden güçlü olan bir tek duygu vardır:
Nefret... Aşkının büyüklüğünü, gücünü, zamanında yaptığın fedakarlıkları ve
daha bir çok şeyi yalnızca nefret unutturur. Bir zamanlar aşktan aldığın gücün
daha fazlasını sana yalnızca nefret sunar. Bunca şeyle beraber elbette gözünü
de kör eder. Seni bu dünyanın en kötü insanına dönüştürür. Nefret; fazla dozda
alındığında en ölümcül zehirdir.
Telefonumu
aldım elime. Henüz 2-3 gün önce sevgilim olan ve ertesi gün beni terk eden
adama artık içimdekileri söyleme zamanı gelmişti. Hastalıklı bi ilişkisi vardı
yıllardır. Son ayrılıklarını 'bi dahası yok' diyerek noktalasalar da beni terk
ettiği gün her yeri sevgilisiyle olan fotoğraflarıyla donatmıştı bu adam. Terk
edilmek koymamıştı da beni gurursuz bir kadın gibi görüyor olması gelip de
oturmuştu boğazıma. Açıklama yapma gereği duymamıştı. Ayrılalım bile dememişti.
Sosyal medya olmasaydı; terk edildiğimin farkına bile varmayacaktım belki de.
Nereden
biliyordu bilmiyorum ama hangi sözcükleri duymaya ihtiyacım olduğunu çok iyi
biliyordu. Çok değer veriyor-muş gibi yaparak tavlamıştı beni. Aylardır
yalnızlığın kadınını oynarken; nereden hayatıma girdiği belli olmayan bu adam
fazlasıyla iyi gelmişti bana. Hala lafım yoktur birlikte geçirdiğimiz birkaç
güne. Gözlerime güzel bakıyordu. Belki bana değil de sevdiği kadına bakıyordu.
Bana söylediği onca güzel sözü, onu hayal ederek söylemişti belki de. Ben fark
etmemiştim. Nasıl bu kadar saf olabilmiş, nasıl böyle çabuk kanmıştım ona? Sadece
birkaç günde nasıl bu kadar çok fotoğrafımız olmuştu peki? Her biri birbirinden
güzel üstelik...
-"Bir
mesajla ilişkine yepyeni bir yön verebilirim. Sadece bir mesaj... Sadece
birlikte olan fotoğraflarımız... Sadece bana yazdığın onlarca güzel söz...
Zamanında güven meselesi yüzünden bitmiş olan ilişkinin kadın tarafı onsuz
geçirdiğin birkaç güne bu kadar anı sığdırdığını öğrenirse bir daha nasıl
güvenir sana?"
İşte
nefretin zaferi! Nefretim kazanmıştı sonunda. Engel olamamış ve bu satırları
bir bir yazıp göndermiştim.
Bingo!!!
Zamanlama hatası yapmıştım. Mesajı kız arkadaşının yanındayken atmıştım. Bi
noktada iyiydi aslına bakarsanız. Kurt düşecekti aklına. Ama o öyle bir adamdı
ki yıllardır tanıdığı kadının ağzından girip burnundan çıkar ve kendisine
inandırırdı. Öyle de oldu. Tehditler ve küfürler içeren mesajı bizzat kız
arkadaşının telefonundan aldım. Üstelik mesajım iletildikten çok kısa bir süre
sonra. Fazla da uğraşmamıştı yani hatunu inandırmak için. Salaklık bendeydi. Bir
kez olsun kötü olmaya çalışmış, onu da yüzüme gözüme bulaştırmıştım.
Kahveler
bitince ayrıldık kuzenle. Evime gitmek istiyordum. Depresyon pijamamla hırkamı
giyip sabaha kadar ağlamak istiyordum. Şişelerin dibini görmek istiyordum. Bu
çaresizlik veya yıkılmışlık değildi. Sadece ağlayasım vardı. Sövesim vardı bu
dünyanın düzenine. Adaletsizliğe sövesim vardı. Anasına avradına kadar hem de!
-"Gel
birlikte sövelim." dedi Koray.
En yakın
arkadaşımdı kendisi. Esmer tenini koyu kahve gözleri tamamlıyor ve siyah
saçları sıradan bir berberin elinden çıktığını resmen haykırıyordu. Ortalama
erkek boyundan ne uzun ne kısaydı. Az biraz kaslı olan vücudu uzun zamandır
saldığı göbeğinden dolayı kendisini biraz şişman gösteriyordu. Yine de bazı
kızlar için fazlasıyla çekiciydi. Ben hiçbir zaman aynı fikirde olamadım. Belki
yeteri kadar alıcı gözüyle bakmamış da olabilirim. Alsancak'tan dönerken içine
doğmuş gibi aramış ve kötü olduğumu duyunca da evine davet etmişti.
Kalabalıklardı hem.
-"Bir
çözüm bulmaya çalışırız; bulamazsak da oturur söveriz hep birlikte."
demişti.
Yalnız
ağlamak tercihim olsa da Koray'ı görmek istiyordum. Arkadaşımın omzuna bir kaç
damla yaş bırakıp geçerdim evime.
-"Ben
geldim!" diye seslendim ayakkabılarımı çıkarırken.
-"Salona
gel!" dedi Koray. Gözlerimdeki yaşları silerken bir yandan da makyajımı
bozmamaya çalışıyordum. İçeri geçmeden banyoya uğradım. Aynanın karşısına geçip
gözyaşlarımı özenle sildim. Belime kadar inen düz kızıl saçlarıma parmaklarımı
daldırıp kabarttım. Siyah pantolonumun üzerindeki siyah kazağımla olduğumdan
zayıf görünüyordum. Şişman değildim zaten. Standart Türk kızıydım; balık
etlisinden. Boyum da bu standartlara dahildi. Yüz altmış santim var yoktum.
Rujumu da tazeledikten sonra daha iyi görünüyordum. Tanımadığım bir 'kalabalık'
vardı içeride ve ben tanımadığım insanların beni çirkin biri olarak
hatırlamasını istemiyordum.
Sigara
dumanından salonda göz gözü görmüyordu. Dumanların arasından Koray'a
bakınıyordum. Koca kalabalığın içinde tam karşımda oturan bir çocuk çarptı
gözüme. Bir kez daha baktım dönüp de. Kitlendim kaldım sonra. Saniyelerce
bakakaldım. Şaşkınlıkla bana baktığını görmedim bile. Sadece o değil, bütün
salon bana bakıyordu. Ölüm sessizliği hakimdi salonda. Herkes beni izliyordu.
Biraz geç de olsa fark ettim ve dönüp selam verdim herkese.
-"Selam!
Alkım ben." dedim bir çırpıda sesim tir tir titrerken.
-"Güneş
ben de. Memnun oldum." dedi güzel gözlü çocuk.
Ben de
memnun olmuştum. Memnun olmanın ötesinde ben; vurulmuştum resmen. Aşık
olmuştum. Hiçbir memnuniyet böylesine güzel gelmemişti gözüme. Küçük salona
rastgele yerleştirilmiş altın sarısı oturma grubunun kol kısımları eskimiş tekli
koltuğunda yüz seksen santim boylarında, sarışınlıktan nasibini almış;
gözlerinin üzerine düşen bal köpüğü saçları, tam olarak göremesem de ela olarak
tahmin ettiğim gözleri olan bir adam oturuyordu. On sekiz yaşında küçük bir
adamdı. Bir bacağını altına almış; sağ elini resmen çenesine yapıştırmıştı.
Elini bir an olsun oradan çekmemeye yeminli gibiydi. İncecik parmakları ve bir
erkeğe göre fazlasıyla bakımlı tırnakları vardı. Çok da güzel kokuyordu.
Giydiği tişörtünden karnının dümdüz olduğunu anlamamak imkansızdı. Sırtı
nasıldı acaba? Böylesi bir vücuda çirkin bir sırt vermemişti umarım yaratan.
Haksızlık olurdu. Bu kadar kusursuz yapmışsan, güzel bir sırt da vermiş
olmalıydın mutlaka.
Allah
kahretsin ya kesin gaydi bu. Böyle güzelliğe sahip erkekler genelde gay olurdu
çünkü. Zamanında gay olduğunu bilmediğim bir çocuğa yürümüştüm de "Ay kız
bu gece Gazi Kadınlar'a erkek kesmeye mi gitsek?" demişti de aklım başıma
gelirken dünyam da yine aynı başıma yıkılmıştı.
-"Bu
da neyin nesi oğlum? Senin böyle arkadaşın mı vardı? Daha önce niye
bahsetmedin? Gay mi lan yoksa?" diye Koray'ı sıkıştırmaya başladım.
Bir yandan
çocuğu kesiyor, bir yandan Koray’dan laf almaya çalışıyordum. Koray gülmeye
başlayınca o dahil herkesin bakışlarına maruz kaldım. Kıpkırmızı kesildim
adeta. Ne diyeceğimi bilemedim.
Herkes bir
şeyler anlattıkça gerginliğimden eser kalmadı. Ama hala ara ara onu kesiyordum.
Göz göze geldiğimizde elimi ayağımı nereye koyacağımı şaşırıyordum. Konuştukça
konuştuk. Hiç kimsenin hiçbir sorununa her zamanki gibi bir çözüm bulamadık bir
kez daha. Sövdük hep birlikte. Bu hayata, kötü anılara, canımızı yakan ne var
ne yoksa hepsine bir bir sövdük. Sonra yaktık sigaralarımızı. Bu geceye, bu
ortama. Bu dairede kim var kim yoksa hepsinin şerefine. İyi ki vardık. İyi ki
oradaydık o gece.
Saatler
sonra yavaş yavaş dağılmaya başladı herkes. Güneş ve kuzeni bu gece Koray’da
kalacaktı. Ben karşı binada oturuyordum. Gidesim var mıydı peki? Güneş'i biraz
daha görmek için milyon tane bahane üretmeye hazırdım elbette. Ne bahane bulsam
diye düşünürken Koray atladı:
-"Sen
hiçbir yere gitmiyorsun. Film izleyeceğiz daha."
Biraz naza
çekip kabul ettim hemen bu teklifi. İstemem yan cebime oldu resmen. Ya da kör
bir göz isteyip iki göze de sahip olmuş olabilir. Her neyse! Bu gece bu evde Güneş'i
görmek için en az iki saatim vardı.
Gecenin bu
saatinde açık market veya bakkal bulma amacıyla dışarı çıktık. Bulduk da. Film
izlerken gerekebilecek ne varsa aldık. Çikolatalı kruvasan en değerlisi oldu
tabi ki. Güneş çikolataya vurgun biriydi ve hepimize birer tane kruvasan
seçmişti. Çikolatan nefret eden ben; "Çikolata mı? Bayılırım!" oldum
birden.
Film
izlemek için odanın şekli adeta 'değişti'. Yalnız bir sorun vardı. Güneş'le
aramızda iki kişi ve bir yatak vardı. Yani fazlasıyla uzak kalmıştı bana. Bırak
kokusunu almayı, bakmaya kalksam en az iki kişi "Ne oldu?" diye tepki
veriyordu. Sigaraları ardı ardına yaktım. Buz gibi havada odada delicesine
sigara içtiğimiz için bir de camlar ardına kadar açıktı. Soğuk öyle etkiliyordu
ki Güneş'e ulaşmak için senaryo yazamıyordum. Bahane bulamıyordum resmen.
Sadece donmamak için ne yapmam gerektiğini düşünüyordum o an.
"Dınnn!!!!"
dedi zil. Beynimin zili yani. Daha fazla üşümek istemiyorsam yatağa geçip
yorganın altına girmeliydim. Ortamda bu denli üşüyen yalnız bendim. Film falan
hak getire; uyumak üzereydim resmen. "Nasıl da uykum varmış?" diye
düşündüm kendi kendime. Kaçta uyanmış, ne kadar uyumuştum da bu kadar uykum
gelmişti?
Az önce buz
gibi olan ayaklarıma bir şey değmiş ve bir anda ısınmaya başlamıştı. Koray'ın
köpeği Maya'dan başkası değildi. Güzel kızım ayaklarımı ısıtıyordu. Maya
yaklaşık bir yaşında golden dişisiydi. Sapsarı tüyleri, göğsüne doğru
beyazlamaya başlıyordu. Koray onu sahipleneli henüz bir kaç ay olmuştu. O
yüzden bir golden'a göre bazı komutları henüz eksikti. Bazı şeyleriyse
içgüdüsel yapardı. Benim üşüdüğümü hissedip gelip ayaklarıma yatması gibi.
Kendisi tam bir sobaydı. Saniyeler içinde ayaklarım sıcacık olmuştu ve ben
uyumaya yüz tutmuştum.
...
Bunun bir
gün olacağını bilmeme rağmen, bu kadar erken bir ölümü de beklemiyordum açıkçası.
Henüz yirmi bir yaşındaydım ve son hatırladığım, Koray'ın evinde film
izliyorduk.
Bu durumda
ya deprem olmuştu ve biz göçük altında kalmıştık ya da karanlıkta tam anlamıyla
söndüremediğimiz sigaralardan biriyle tutuşmaya başlamıştık. Belki de yalnız
ben ölmüştüm. Diğerleri yaşıyordu. Peki neden ben? Daha çok gençtim ölmek için.
Benden büyükleri de varken aynı evde piyango bana mı vurmuştu yani?
Öldüğüm için
ne kadar sinirlenmiş de olsam; bana geçtikleri kıyak fazlasıyla hoşuma
gitmişti. Cennete gidecek olan son insanken; cennetteydim. Bunca gıybetle,
alkolle cennetin kapılarını aralamıştım. Bu da yetmezmiş gibi bir de sarışın
bir kölem vardı yanımda uyuyan; tam istediğim gibi. Gözlerine düşen bal köpüğü
saçları vardı. Bi dakika ya? Ne demek uyuyor? Kölesin sen nasıl uyuyabilirsin?
Hem de benim yanımda?
Ne kadar da
aptalım! Elbette ölmemiştim. Yatağa geçtiğim sırada aynı yorganın altında Güneş
de varmış. Nasıl da fark etmedim! Ayaklarımı ısıtan Maya değil de Güneş'in
ayaklarıymış. Ayaklarım hala sıcacıktı. Resmen rehin almıştım adamın
ayaklarını. Ellerimiz de kenetlenmişti birbirine sıkıca. Adamın nefesi resmen
benim dudaklarımda yankılanıyordu. Ne olmuştu böyle? Bir kaç saat içinde biz
nasıl böyle bir hal almıştık? Koraylar neredeydi? Uyumuş muydu herkes? Saat
kaçtı peki?
Sakin olup
bütün bu soruları yeniden sormalıydım. Ya da ne gereği vardı? Tadını
çıkarmalıydım belki de. Avuçlarımı sıkıca tutan, bir yandan ayaklarımı ısıtan,
bir yandan da nefesimi içine çeken bir adam vardı yanı başımda. Üstelik bugüne
dek görmediğim kadar yakışıklıydı. Gay olamazdı herhalde. Öyle olsa benimle ne
diye böyle sarmaş dolaş yatsın ki sonuçta?
Tüm bunlar
yetmişti sakinleşmeme. Uyuşmuş olan kolumu bile çekmeden kapattım gözlerimi.
Hiç uyanmamak için dua edip uyudum yeniden. Hep böyle kalmayı diledim.
Avuçlarımız hiç ayrılmasın istedim o an. Olmaz mıydı? Neden olmasın ki?
Bilemezdik sonuçta. Peki sabah ne olacaktı?
Amaaan!
Sabah düşünürdük tüm bu saçma sapan prosedürleri. Henüz geceydi ve en güzel
yeriydi. Uyumak lazım! Huzurla uyumak lazım üstelik. Kokusunu, nefesini içine
çeke çeke uyumak lazım.
Yorumlar
Yorum Gönder