Alkımın Güneşi "Bölüm 46"
Selin gittikten sonra istemeye istemeye de olsa salonun
köşesine yerleştirdiği abajuru açıp ışığı kapattım. Abajurun salonu
aydınlatmasına mumlar da yardım ediyordu. On altı tane mumun (Çok abartılı
olduğunu düşündüğüm için ısrarla sayısını belirtiyorum.) alevlerinin tavanda
dans edişini izlemekse muhteşemdi. Bir görüntü bu kadar mı huzur verirdi insana
ve böylesine umutla sarar mıydı dört bir yanını?
Ben
alevlerin dansını izlerken kapı çaldı. Her zamanki gibi kalp atışlarım
değişmiş, elim ayağım uyuşmuştu. Bu hep böyle mi olacaktı ya? Ben bu adamın
karşısında sakin sakin duramayacak mıydım hiç? Bir yerlerim illa da uyuşmak
zorunda mıydı yani? Kapının önüne gittiğimde birazdan kalbimin duracağını
düşünüyordum artık. Soluk alışlarım bile hızlanmıştı. Göğüs kafesim hızlı hızlı
kalkıp iniyordu. Kalp krizi geçirmeden kapıyı açmam lazımdı artık. Son kez
boğazımı temizleyip, saçlarımı ve elbisemin eteğini düzeltip yüzüme bugüne dek
kimsenin görmediği; en özel gün için sakladığım gülümsememi yerleştirip kapıyı
açtım.
-Evde
yoksun sandım!
Dakika bir
gol bir. Daha birkaç saniye önce en özel yerden çıkardığım tebessümü gerisin
geri sokuşturmuştum kapalı kutuma. Bu nasıl bir merhabaydı Allah aşkına?
-Hoş geldin
Güneş. Sana da merhaba.
Bozulduğumu
fark etmişti. Yüzüne pişman bir ifade oturdu aniden. Hemen peşinden sıcacık bir
sarılmayı armağan etti.
-Ya kusura
bakma. Işıklar yanmayınca… Gerçi sönükken daha güzelmiş senin salonun.
Şaşkın
şaşkın salonu inceliyordu. En çok da mumları… Ben demiştim ya fazla gelecek
diye. Şimdi dalga geçecekti işte bütün gece benimle.
-Mumlar
biraz çok oldu sanki ama anca aydınlattı.
Yalan mı
yoktu canım? Ama ya şimdi de ışığı açsaydık derseydi? İşte o zaman büyük
sıçardın Alkım hanım!
-Yoo hayır
çok güzel olmuş. Sen de çok güzel olmuşsun.
Elindeki
şarap şişesini almış mutfağa gidiyordum ki Güneş’in dudaklarından bu sözler
döküldü. Teveccüğünüz efendim. Aşkınız sağolsun. Yaptık işte bir şeyler. Tamam
canım kabul. Yaklaşık beş saatte her şeyi hazır ettik ama size değer tabii.
Güneş’siniz sonuçta siz. Öyle alalede biri değil.
-Teşekkür
ederim.
Ya Alkım!
İçinden konuşmakla olmuyormuş dimi? Yağdırıyordun övgüleri. Hadi karşısına geç
de yüzüne yüzüne söyle adamın. Yemiyor değil mi? Desene siyah keten pantolonun
üzerine seçtiğin buz mavisi, belden oturtmalı gömlek nasıl da yakışmış sana
öyle? Diye. Cidden ya! Bu adama buz mavisi kesinlikle çok yakışıyordu. Yine
bütün ihtişamıyla karşımdaydı işte. Gömleğin kollarını geri kıvırmış, birkaç
düğmesini de açık bırakmıştı. Gözünün önüne düşen saçları spreyleyip özenle
kenarı atmıştı. Kokusu hemencik bütün evi sarmış ve evim Güneş burada oleeey!
Diye çığlık atmaya başlamıştı. Zayıflamış mıydı o? Kesinlikle. İstanbul’da her
ne olduysa yüzünü incecik bırakmıştı Güneş’imin. Neyse! Ben bakarım nasılsa
ona. Yeniden kilo aldırırdım en güzel yemekleri yapıp. Nasıl da özlemişim şu
yakışıklılığa bak ya! Ne zamandır görmüyordum ben Güneş’i? Tabii ya! Nereden
baksan altı hafta olmuştu. Koskoca kırk gün!
Şarabın
mantarını açıp kadehlere servisini yaptıktan sonra masada Güneş’in karşısında
yerimi almıştım. İki şişe almıştı şarabı. Birkaç tane de bira. Anlaşılan gece
uzundu. Bu gece susmayacaktı Güneş. Ve cesaret için de alkole ihtiyacı vardı.
Fazlaca alkole!
-Neler
yaptın İstanbul’da? Tabii en başta neden gittin diye sormam lazımdı.
-Bizimkileri
özledim. Biraz da kafa dinledim. Düşünmem gereken şeyler vardı.
-Aaa neymiş
onlar? Düşündün mü bakalım?
-Düşündüm
tabii. Ohoo çok acelecisin ama. Onları ikinci şişeye saklıyorum.
Yemek esnasında
anlatmaya niyeti yoktu. İkinci şişeye sakladığına göre bir an önce birinci
şişeyi yok etmem lazımdı. Ama sarhoş da olmak istemiyordum. Beynimi dakikada
bir ikaz ederek kadehimden büyük yudumlar almaya başladım. Bir yandan da aç
olan karnımı doyurmaya çalışıyordum.
-Beğendin
mi yemekleri?
-Ne zaman
beğenmedim ki senin yaptığın yemekleri? Yine döktürmüşsün.
Bu kez tek
başıma döktürmemiştim. Yardımın kralını almıştım ama bunu Güneş’in bilmesine
gerek yoktu. Dudağım yeni bir zafer kazanmışçasına yavaşça kıvrıldı ve her
zaman aldığım taktiri bir kez daha alıyormuşum edasıyla nazikçe teşekkür
ederim. Bu kesinlikle kendini beğenmişlik tavrıydı. Güneş de bunu biliyordu ama
benim amacımın bu olmadığını da biliyordu. Gülümsemesi kahkahaya dönüştü
birden.
-Ne oldu?
-Yine
kendinden çok eminsin sen. Mükemmel misin kızım?
Dalga
geçiyordu. Karşılıklı gülüşmeye başlamıştık.
-Kesinlikle
tatlım. Şüphen mi vardı?
-Yok canım
olur mu? Öyle tabi.
Bu ufak
atışmadan karşılıklı olarak zevk almış ve hemen sonrasında kahkahalara
boğulmuştuk. Ne kadar zaman olmuştu acaba Güneş’le birlikte böylesine içten
gülmeyeli? Güneş yüzümü güldürmeyeli ne kadar zaman olmuştu? Nasıl da her şey
geride kalmıştı bir anda? Gözyaşlarım artık gülmekten, mutlu olmaktan düşüyordu
yanaklarıma. İlk gözyaşı damlam artık sağdan akıyordu.
Yemeğimizi
bitirdikten sonra ne kadar sonra hallederim desem de Güneş’in ısrarı üzerine
masayı toplamıştık. İkinci şişe şarabın mantarını açıp salona geçerken Güneş
mumları söndürmeyi teklif etti.
-Biz sarhoş
olursak ev yanar bak. Abajurun ışığı yeter.
Haklıydı.
Zamanında mumları söndürmeden uyuyakalmıştım. Üstelik evde tek başımaydım.
Neyse ki ucuza aldığım mumların kısa ipleri daha fazla dayanamamış ve bitmişti
de mumlar bir bir sönmüştü. Yoksa uyandığımda alevler arasında kalmış
olabilirdim.
Koltuktaki
yerlerimizi alıp kadehlerimizi şarapla doldurduktan sonra Güneş müzik açmak
için bilgisayarı kucağına almıştı.
-Ya hayır!
Senin müziklerin bu gece için hiç uygun değil.
-Saçmalama
Alkım. Bu gece için bambaşka bir müzik arşivim var.
Bambaşka
mı? Neler vardı acaba o müziklerin içinde? Hangi şarkıda ilan-ı aşk edecekti
acaba? Kutsi’yi tercih etmiş olamazdı herhalde. Neydi ki acaba? Çok merak
etmiştim. Peki kaç dakika kalmıştı dudaklarına yapışmama? Mutluluktan ağlamama
ne kadar zaman kalmıştı?
Oluşturduğu
listeyi başlattığında mutluluktan gözlerim dolu dolu olmuştu bile.
Zamanın eli değdi bize. Çoktan
değişti her şey…
Değişmiş miydi gerçekten? Her
şey en baştan mı başlıyordu? Bu kez mutluluk mu kokuyordu elimizi sürdüğümüz
her şey? Kalbim Güneş’le dolup taşıyordu. Gözlerim taşmak için ısrar da etse bu
anı sarılmamıza saklamakta niyetliydim.
-Başla
bakalım Alkım hanım. Öncelik sende.
-Neye
başlayayım?
Öpüşmekten
mi bahsediyordu acaba? Önce sen öp sonra ben bir daha ayırmayayım dudaklarımızı
mı diyordu?
-Poyraz’ı
anlat ya. Neler oldu?
Ne gerek
vardı şimdi bu konuyu açmaya? Ne güzel kapandı her şey. Geride kaldı. Bizi
konuşmaya başlasak ya? Nerede yaşayacağımızı, kaç çocuk yapacağımızı,
isimlerini ne koyacağımızı,…
-Eee hadi!
-Ya açmasak
o konuyu bir daha?
-Hadi ama
ısrar ediyorum.
Derin bir
nefes alıp anlatmaya başladım. Poyraz’ın uzun zamandır görüşmek için nasıl
ısrarcı davrandığını ve benim nasıl ısrarla reddettiğimi… sonra başımdan atmak
için buluştuğumu (elbette seni unutmak için şansımı denedim ama başaramadım
diyemezdim.) kırılmasın diye denemeyi kabul ettiğimi ama sevemediğimi falan ne
varsa anlattım. Dikkatle dinliyor, ara sıra lafımı kesip Poyraz’la alakalı bir
şeyler soruyordu. Her şeyi anlattıktan sonra kadehimde kalan şarabı bi çırpıda
kafama dikip şişeye uzandım.
-Eee yorum
yapmayacak mısın?
-Yok canım
niye yapayım.
-Niye
anlattırdın o zaman?
-Konuşmayacak
mıydık kızım bu akşam? Sen anlatacaksın ben dinlicem, ben anlatıcam sen
dinlicen.
-O zaman
sıra sende.
İşte en
önemli kısma gelmiştik. Beni sevdiğini nasıl fark ettiğini sonrasında nasıl acı
çektiğini ve cesaretini toplayıp benimle görüşmeyi nasıl istediğini
söyleyecekti. Sonrasında da ilan-ı aşkı ve evlenme teklifi gelecekti.
-Bu çok
uzun bir konu.
-Sabaha
kadar vaktimiz var.
Ne sabahı
ya? Bir ömür boyu vaktimiz var. Sen anlat her gün. Ben bıkmadan dinlerim. Bir
ömür boyu ağzından çıkacak her kelimeyi can kulağıyla dinlerim ben. Söz!
-Öncelikle
iki şişe şarabı ve bu biraları neden aldığımdan başlayayım.
Kadehi
kafasına dikti. Şişeyi eline aldığında ikinci şişemizin de bitmiş olduğunu fark
ettik. Hayret! Ben hala sarhoş olmamıştım. Aferin Alkım, böyle devam. Nasıl bir
çaba gösteriyordum acaba ayık kalmak için? Beynime sinyal yollamayalı da bir
saat kadar olmuştu halbuki. Dolaptan biraları alıp yeniden karşıma oturdu.
-Bu gece
anlatacaklarım için fazlasıyla alkole ihtiyacım var. Çünkü bu geceden sonra
hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Biliyorum ki ikimizin hayatı da bambaşka bir
çizgiye girecek. Anlatacaklarım da hiç kolay değil. Ama anlatmam lazım.
Telaşlanmıştım.
Acaba başına bir şey mi gelmişti? Hasta filan mı olduğunu öğrenmişti
İstanbul’da?
-Kötü bir
şey…
-Sen
konuşmuyorsun artık. Ben anlatacağım. Sonuna kadar dinleyeceksin ve sonra ne
istersen söyleyeceksin.
Lafımı daha
tamamlamadan susturmuştu beni. Yemek yerken yüzünde olan tebessümden artık eser
yoktu. Yerini endişe almıştı. Korkuyordu biraz da. Tamam canım. Hemen gidip
yarın evlenelim demem. Ne zaman istersen o zaman evleniriz korkma bu kadar.
-Seni
Poyraz’la gördüğüm gün var ya. Hani sıkı sıkı tuttun onun elini…
-Evet ama o
şey…
-Konuşmayacaksın
demedim mi sana?
-Tamam
tamam sustum dinliyorum.
-Uzun
zamandır kimsenin elini öyle tutmadım ben. Hele ki sokağın ortasında uzun
zamandır yürümedim kimseyle el ele. Tamam Tuğçe’yle birlikteydik belki ama bir
gün bile sıkı sıkı tutmadım onun elini. Ne bileyim içimden gelmedi.
Yine Tuğçe
demişti. Kan beynime sıçramıştı. Sinirim her hücremden rahatlıkla okunuyordu.
Güneş de bunun farkındaydı ama kafasında oluşturduğu metni bana baştan sona
okuyordu. Hiçbir ifadem için o metnin hiçbir kelimesini değiştirmiyordu. Bu
konuda çok acımasızdı.
-Hera’yı
biliyordun değil mi?
-Ha şu kutsal
evliliğin kadını. Zeus’un karısı. İyi de ne alaka?
Boş
gözlerle yüzüme bakıyordu.
-Seni niye
konuşturdum ki? O Hera’dan bahsetmiyorum. Gökmen’in sana anlattığı Hera. Hani
sana yemeğe geldiğimizde beni ısrarla arayan…
-Ha senin
eski sevgilin mi? Hera mıydı onun adı?
İyi de
konumuzla ne alakası vardı ki bunun? Adam ikidir eski defterleri açıyordu.
Sinirlenmeye başlamıştım artık.
-Evet benim
eski sevgilim.
-Eee nolmuş
ona?
-İşte ben
en son onun elini tutmuştum senin Poyraz’ın elini tuttuğun gibi. Sıkı sıkıya…
Biz birbirimize büyük bir aşkla bağlıydık. Lise aşkımdı o benim. Çok kavga
etmiştik ama hiç böylesine ayrılmamıştık. Çözmediğimiz bir mesele vardı.
İspatlamaya çalıştığı şeyler vardı ama ben ısrarla kaçmıştım. Sizi öyle görünce
onu hatırladım.
Boka
sarmaya başlamıştı sanki bu konuşma. Ne alakaydı ki şimdi Hera falan? Eski
sevgili yani. Nolmuş onun elini öyle tuttuysan? Hem sen o gece beni sevdiğini
anlayıp dertlenmedin mi?
-Sonra
Koray’a gittim. Onunla oturduk içtik ama bir şey de anlatmadım. Baktım kafamı
kurcalayıp duracak daha fazla kaçmaktansa yüz yüze gelip konuşmayı, kafamı
rahatlatmayı istedim. İstanbul’a da onunla konuşmaya gittim.
Siktir ya!
Adama bak kalkmış neler anlatıyor! Ne demek onun için gittim ya ne demek?
Çözmeyiver canım kalsın kafanda. Bitmiş gitmiş ilişki daha neyini kurcalıyorsun
ki yani? Hadi onun için gittin de ne diye o kadar zaman kaldın İstanbul’da?
Konuşup gelseydin işte!
-Rahatladı
mı bari kafan?
-Evet
rahatladı. Her şeyi öğrendim.
-Eee neymiş
peki meselenin nedeni?
-Boşver
oraları konumuz değil o kısım.
Konumuz
değilmiş! Kalkmış eski sevgilinle konuşmaya gitmişsin bunu söylüyorsun ama ne
konuştuğunu söylemiyorsun! Sikerler canım öyle işi!
-Sonra da
bir karar aldım.
-Ya neymiş
o karar?
Yerinden
kalktı. Mutfağa gidip iki bira daha getirdi. Sonra askıda duran ceketine
yöneldi. Cebinden bir kutu çıkardı. Yeniden gelip karşıma oturdu. Bir dakika
ya? Bu kutu? Oğlum bu bildiğin yüzük kutusu ya? Hadi bakalım! Evlilik teklifim
geliyor! Her şeyin sonucunda seni ne kadar sevdiğimi anladım diyip açacak
kutuyu! Şak diye tek taşı gözüme sokacak! Allah’ım sana geliyorum! Sonunda
kavuşuyorum Güneş’ime oley be!!!
-Taşınıyorum
ben. Evi falan toparlıyorum iki üç gündür.
Canım benim
ya! Daha evlenme teklifini etmeden evimizi tutmuştu. Nerede tutmuştu acaba? Ay
inşallah Bostanlı filandır. Oralara bayıldığımı biliyordu Güneş. Evet evet
kesin oralardan tutmuştu evi. Canım ya!
-Hayatımı
baştan sona değiştirecek bir karar verdim.
Nasıl
görünüyordum acaba? Makyajımı mı tazeleseydim bi? Ruj filan sürseydim bari?
Saçım dağılmış mıydı acaba? Az önce örgüm bollaşmış gibi gelmişti ama… Acaba bi
kalkıp baksam mı? Ayy evet i nasıl söylesem? Ömrümün sonuna kadar evet! Yok ya
bu çok klasik. Sadece evet de çok basit kaçar. On beş yirmi kez evet desem? O
da çok liseli olur. Off nasıl evet dicem ya? Aha kutuyu da açtı. Bakimm… İyi de
tektaş değil bu? Yaaa alyanslarımızı almış çok romantik… Ama tek taş da isterim
ben. Öyle sadece alyansla olmaz.
-Bundan bir
gün pişman olacağımı sanmıyorum. Biliyorum bunun için çok erken daha ama başka
türlüsü de yine koparacak bizi. En doğrusu bu olacak.
Niye pişman
olasın ki Güneş’im benim? Ben sana gözüm gibi bakarım. Hiç de erken değil. Ben
yeterince bekledim. Evet koparız yine. En iyisi yarın gidip basalım nikahı.
-Ben
Hera’ya evlenme teklifi ettim. O da kabul etti. Buraya geldiğim ilk gün de
okulu dondurdum. Eşyaları da toparladım, biletimi de aldım. Yarın dönüyorum
İstanbul’a. İzmir’de yaşayacaklarım bu kadarmış.
Ne demişti
Güneş? Hera mı? İstanbula’ mı dönüyordu?
-Yarın akşam Hera’nın ailesiyle
yemeğe çıkacağız. Aileler zaten tanıyor birbirini. Düğün tarihini
kesinleştireceğiz.
Düğün
tarihi mi? Yemeğe mi çıkacaklarmış? Aileler mi?
Güneş bir
şeyler daha söylemişti ama artık duymuyordum onu. Yüzüme bakıyordu da
bulanıklaşmaya başlamıştı. Acaba ben çok içip de sarhoş mu olmuştum? Belki
uyuyakalmıştım ve rüya görüyordum.
-Alkım iyi
misin?
Güneş’in
sesiydi bu. Yanağımı yavaşça tokatlıyordu. Artık bulanık değildi. Cennet rengi
gözlerini en net haliyle görüyordum.
-Evet
iyiyim.
-Bir şey
demeyecek misin?
Ne
diyecektim ki? Ne demem gerekiyordu? Rüya değil miydi o? En son ne
konuşuyorduk?
-Rüya değil
miydi ya?
Yüzüne
suçlu bir ifade gelip oturmuştu. Başını önüne eğmişti Güneş. Tanıyordum bu
ifadeyi. Bu Güneş’i çok iyi tanıyordum.
-Yapma
yapma Güneş sakın o ifadeyi yerleştirme suratına. Nolur rüya gördün de şaka
yaptım de nolur bir şey söyle!
Kutuda yan
yana duran alyanslardan büyük olanını elime aldım. İçindeki yazıyı ışığa doğru
tutup okumaya çalıştım.
Seni Seviyorum Hera.
Bir de
tarih vardı: 12 Mayıs 2012
-Bu olamaz.
Böyle olamaz. Bu çok çirkin bir şaka! Kim planladı bunu?
-Alkım ben
çok özür dilerim.
-Özür mü
dilersin? Niye özür diliyorsun ki? Tamam şakaydı geçti gitti.
-Hayır
Alkım şaka değil.
Şaka değil
mi demişti o? Ne demek şaka değil ya? Bu nasıl gerçek olabilirdi ki? Güneş bu
kadar acımasız olamazdı. Şakaydı işte.
-Ben
Hera’yı seviyorum Alkım. En az senin beni sevdiğin kadar.
-Ne
dediğinin farkında mısın sen? Seni ne kadar sevdiğimi bile bile bana nasıl
yaparsın bunu? Karşıma geçip onu sevdiğini nasıl söylersin? Nasıl evleniyorum
diye gelirsin sen benim karşıma?
Sinirimin
boyutunu tarif edecek bir ölçü birimi yoktu. Ellerim titriyordu ve bağırmaktan
boğazım acıyordu. Sesim kısılmaya başlamıştı bile. Ağzımı açtıkça tükürükler
saçıyordum etrafa. Aslında dolu dolu Güneş’in suratına tükürmek istiyordum da
yapamıyordum. Kıyamıyordum cennet bakışlarına. O benim kalbimi parçalıyor,
ruhumu söküp alıyordu; ismimin en güzel rengini resmen kazıyordu ama ben bir
tükürüğü ona çok görüyordum. Alkımın güneşi gidiyordu. Bir daha gökyüzünde bir
araya gelmeyeceklerdi. Hiçbir yağmur sonrasında gökkuşağı yedi rengini birden
sergileyemeyecekti artık. Gökkuşağının sarısı olmayacaktı. Hep eksik kalacaktı.
-Seni
kıracağımın farkındaydım. Ama başkasından duymanı da istemedim. Yapma böyle
nolur üzülüyorum.
-Üzülüyorum
mu? Üzülmenin ne olduğunu biliyor musun acaba? Nedir üzülmek ben anlatayım
sana: Boynuna sarıldığında mutluluktan dökmek için sakladığın gözyaşlarını bu
ucuz vedana sarf etmektir üzülmek. Nasıl görünüyorum? Bu gecenin başındaki
halim mi daha güzeldi bu mu? Bence bu!
Yanaklarımdan
süzülen yaşlar gözlerimdeki ucuz boyayı da beraberinde götürüyordu. Artık göz
pınarlarımdan başlayıp boynuma kadar inen siyah çizgiler vardı yüzümde. Kendimi
kaybetmeye başlamıştım.
-Saçlarım
nasıl görünüyor peki? Çok güzel değil mi?
Selin’in
özenle yaptığı saçlarıma ellerimi sokuyor ve yolarcasına bozuyordum her buklesini.
-Bak!
Üzülmek böyle oluyor işte! Beni üzdüğün her anda böyle oldum işte ben! Ama dur!
Bu geceki üzüntüye bu kadar çirkinlik yetmez. Daha bu başlangıç!
Sinirimden
nereye saldıracağımı şaşırıyordum. Dudağıma düşen gözyaşlarını sileyim derken
kalan rujumu kolumla silmiştim. Sonra gözlerimi ovuşturdum. Bir çırpıda
elbisemi çıkardım üzerimden. Bugüne kadar sevişirken bile iç çamaşırlarıyla
kaldığım an utanmaya başlayan ben sinirimden utancımı fark etmiyordum.
-Bu gece
için bütün paramı yatırdım ben bu elbiseye! Senin için aldım ben! Sen beğen
diye aldım. Beğenmiştin dimi? Bak şimdi bir de yeni halini görmen lazım!
Odadan
kaptığım makasla elbiseyi paramparça etmeye başlamıştım. Güneş karşımda
şaşkınlıkla beni izliyor, yaptığından utanırcasına ara ara yüzünü kapatıyordu.
Ağzını bile açmaya artık cesareti kalmamıştı. Yalnızca daha neler yapacağımı
ölçmeye çalışıyordu.
-Aaa bakma
sen bu halime! Sevgilini aldatmış sayılırsın. Gerçi doğru sen hiçbir zaman
özgür iradenle bakmadın ki bana! Hep ben zorladım dimi? Koynuna ben yattım
dimi? Seni tehdit ettim de seviştin benimle dimi?
-Alkım
nolur sus yeter artık!
-Yetmez
canım bekle! Bitmedi daha konuşmamız.
Odaya geçip
elime geçirdiğim ilk şeyi üzerime giyinmiştim. Diz yapmış pijamam ve kapüşonlu
sweatshirtümden başka bir şey değildi.
-Bak bu
mumlar senin içindi biliyor musun?
Masanın
üzerindeki sönmüş mumları bir bir duvara fırlatıyordum.
-Şarap
içelimmiş. Hayvan herif! Şarap romantik yemeklerde içilir bilmiyor musun? Git
sen eski sevgilinle iç o şarapları! Ya da karınla mı demeliyim?
Şarap
şişesini duvara geçirmiş yarısının yere parçalanarak düşüşünü izlemiştim.
-Bu boş
şişeler de benim için!
Güneş neye
uğradığını şaşırmıştı. Bir anda ayağa kalktı. Bana yaklaşmaya çalışıyordu.
Delicesine korktuğu her halinden belliydi.
-Alkım onu
bana verir misin? Lütfen kötü bir şey yapma.
-Ne sandın
sen? Senin için kendimi mi öldürecektim? O aptallık bir kez olur! Sana aşığım
ben Güneş evet! Eşek gibi aşığım. Ama sen beni defalarca yüzüstü bırakıp gittin.
Yine gidiyorsun bak! Üstelik bu kez dönme ihtimalin de yok. Ama bari kızının
adını Alkım koy. Olur mu?
-Alkım sana
diyorum hadi bana ver onu!
-Söz mü?
Kızına Alkım adını verecek misin?
Ben
bağırmaktan sesimi yok etmeye çalışırken Güneş el çabukluğuyla kırık şişeyi
elimden aldı. Kurtulmak için debelenirken sıkıca göğsüne bastırdı. Gözyaşlarıma
bir de hıçkırıklarım eklenmişti artık.
-Senden
nefret ediyorum Güneş! Niye girdin hayatıma niye? Bana bunları niye yapıyorsun!
Sana ne kadar aşık olduğumu bilmiyor musun! Niye yapıyorsun bunu!
Hem ağlıyor
hem göğsünü yumrukluyordum. Güneş sesini çıkarmıyordu. Ellerimi de durdurmaya
çalışmıyordu. Sanki bunun olacağını biliyordu. Benim yumruklarım onun cezasıydı
ve o cezasını sonuna kadar çekmek istiyordu. Saçlarımı okşuyordu hızlı hızlı.
Başını omzuma gömmüştü. Ağlıyordu. Bunu kalbimin en derininde hissediyordum.
Bir tek gözyaşı damlası bile düşmemişti omzuma ama ağladığını hissediyordum. Bu
kadar derin sevmiştim Güneş’i. Canının yandığını o anlatmadan anlayacak kadar…
Kalbine damlayan gözyaşlarını hissedecek kadar…
Ve Güneş tam da bu kadar sevmemişti beni. Burnunun dibinde duran
saçlarımın kokusunu bir gün olsun içine çekmeyecek kadar…
Vefasız
olmayı diledim o an. Vicdansız, kalpsiz, sevginin ne olduğunu bilmeyen bir
insan olmayı diledim. Hislerim kaybolsun istedim. Güneş’in kalbime sapladığı
onca hançerin acısı dinsin istedim.
Olmadı.
Hiçbiri üstelik. Acısını hala en derinimde hissediyordum. Güneş’i çıldırasıya
seviyor ve bir o kadar da ondan nefret ediyordum. Bana aynı anda iki mevsimi
yaşatmıştı Güneş. Varlığıyla, kalbimdeki aşkıyla ilkbahardı. Sıcacıktı. Ruhumu
sarıp sarmalıyordu bütün güzelliğiyle. Rengarenk çiçekleriyle, fırından yeni
çıkmış ekmek gibi tazecik kokusuyla bana yaşadığımı hissettiriyordu her an. Her
güne beni yeniden doğuruyordu. Doğduğu her sabah ben rahmime yeni bir umudu
yerleştiriyordum. Şimdiyse Güneş gidiyordu. Yokluğuyla sonbahar sarıyordu dört
bir yanımı. Sarmaktan öte; ben sonbahar oluyordum. Yeşil yapraklarım kuruyup
ayaklar altına alınıyordu bir bir. Rahmimdeki her umudu düşük yapıyordum. Artık
filizlenecek dallarım yoktu. Rahmime yerleşecek yeni bir umut kırıntısı da…
Yorumlar
Yorum Gönder