Alkımın Güneşi "Bölüm 29"
Otogara geldiğimde nereye gideceğimi hala bilmiyordum. Cebimdeki
paraya da bakacak olursak çok bir seçeneğim yoktu. Gideceğim yerde kalma paramı
karşılasam yemek için param kalmayacaktı. Ya da bir iki günden fazla
kalamayacaktım. Ve bu ülkede sokaklar, çocuklar için olduğu kadar kadınlar için
de tehlikeliydi. En güvendiğiniz sokakta bile canice tecavüze uğrayıp,
öldürülüp bir çöplüğe atılabilirdiniz. Hakkınızı aramak, sesinizi duyurmak için
çıktığınız sokakta babanız yaşındaki adamlar tarafından dayak yiyerek de
ölebilirdiniz. Ya da ekmek almak için çıktığınız sokakta polis tarafından da
vurulabilirdiniz. Bu durum karşısında çok fazla bir seçeneğim kalmıyordu.
Günlerdir her aramasını meşgule aldığım babamı aradım.
-Kızım?
Niye açmıyorsun telefonlarımı? Annenle konuşmasan başına bir şey geldi
sanacağım. Çok üzüldüm. Neden konuşmuyorsun benimle?
-Baba seni
çok özledim.
-Ben de
seni çok özledim güzelim benim. Noldu niye ağlıyorsun?
Yine
tutamamıştım kendimi. Yine hıçkırıklara boğulmuştum. Üstelik babamla
konuşurken. Artık saklayamazdım da. Öğrenmek isteyecekti sebebini. Peki nasıl
söylerdim ona "Ben bir adama aşık oldum." diye? "Acı
çekiyorum." diye nasıl söylerdim?
-Gelmemi
ister misin?
-Eğer ders
programını ayarlayabilirsen neden olmasın güzelim? Gel tabi.
Telefonu
kapatır kapatmaz annemin dizlerine yatmak için, babamın şefkat dolu kollarına
sığınmak için İstanbul'a doğru yola çıktım. Bin bir umutla geldiğim İzmir'i
terk ediyordum işte. Baba ocağıma dönüyordum. Bitmişti her şey. İzmir'deki
ikinci yılım dolduğunda, İzmir'e dair her şey sona ermişti. Hayallerim,
umutlarım, geleceğim; duvarın dibindeki küçük çöp kovasına sığmıştı ama ben
İzmir'e sığamamıştım.
Aşk şehrime, aşık olduğum, aşkı
bulduğum şehre aşkım için veda edeceğim aklıma dahi gelmemişti.
Ama aşkım için aşk şehrime veda
etmiştim. Yağmur damlalarının kuşattığı camlardan İzmir'e son kez el
sallamıştım.
Göğsümde paramparça bir kalp,
Avuçlarımda paramparça bir hikaye
ile...
Onlarca
hayal kurup, İzmir'i kazandığım an sevinç çığlıklarına boğulduğum odadaydım.
Kendi odamda... On sekiz yılımı geçirdiğim odada... Ne kadar zaman olmuştu
buraya gelmeyeli? Eşyalarım hala koyduğum gibi duruyordu. Yatağımın üzerindeki
ayıcığım, hemen yanıbaşında lisedeki en yakın arkadaşımın fotoğrafının basılı
olduğu yastık, panomdaki notlar, planlar, hayaller... Her şey aynıydı. Yalnızca
yılların yorgunluğu vardı üzerlerinde. Notlarımda güneşin izleri vardı.
Pespembe değildi küçük kağıtlar. Güneş vurdukça solmuştu renkleri. Gece lambama
doladığım fular hala oradaydı. Avizemdeki peluş, kapımın yanında birbirine geçirilmiş
anahtarlıklar, rozetler... Neredeyse odanın her duvarını kaplayan
posterlerim... Almak istediğim arabanın dev afişi... Her şey yerli yerindeydi
işte. Nasıl gittiysem, öyle kalmıştı.
-İyi misin
bebeğim?
Annemden
başkası değildi. Babam duyabileceklerinden korkup, annemi göndermişti yanıma.
-İyiyim
anneciğim.
-Ne oldu?
Anlatmak ister misin?
İsterdim
elbette. Anneme değil de kime anlatacaktım ki? Annemden başka kim sarardı
yaralarımı? Bugüne dek parçaladığım dizlerimi ondan başka kim iyileştirmişti
sanki? "Çok acıyor." dersem; üflerdi. "Geçmedi." dersem
öperdi bu kez. Sırf ben istiyorum diye eski uzunluğundan eser kalmayan kısa
saçlarımı da örmeyi denerdi. Şanslı günümüzdeysek, başarırdı belki.
-İsterim.
Kahve yapalım mı önce?
-Tamam canım,
ben yaparım. Özlemişsindir.
Özlemiştim.
Anne özlenmez mi hiç? Annenin elinden içeceğin zehir bile sevilmez mi? Tombul
ellerinle ne uzattıysan bana bugüne dek; geri çevirdim mi hiç?
Bütün
hikayeyi anlatmak, bir saatimi almıştı. Ne tuhaf değil mi? Aylar süren hikaye,
anlatmaya gelince zorlasan yarım saatte bitecekti. Fakat gözyaşlarım dahil
olmuştu anlatırken de. Yaşarken olduğu kadar olmasa da, annem sarıldıkça
ağlamıştım. Sıcaklığını hissettikçe kusuyordum bütün acıyı. Geçecekti. Geçmesi
gerekiyordu çünkü. Geçmeyen hiçbir acı yoktu. Bu da günün birinde sona
erecekti. Peki o gün; hangi gündü? Ne zaman gelirdi? Daha ne kadar acırdı
canım? Daha fazla ne kadar yanardı?
O gün kaç
saat uyudum? Bilmiyordum. Zaman zaman uyanıp annemle, kardeşimle lafladım ben
yokken olup bitenler hakkında. Annemin yemeğini yedim doyasıya. Tuhaftır;
İzmir'de yediğim hiçbir şeyin tadını alamazken, annemin yemeğini yedikçe
çocukluğuma döndüm. Yedikçe doldu gözlerim, gözlerim doldukça yedim. Akşam
olduğunda küçükken olduğu gibi babamın dönüşünü kapıda bekledim. Boynuna
atladım "Hoşgeldin!" diye.
Yemekten
sonra çay demlendi. O gün televizyonda hangi dizi varsa hep birlikte oturup onu
izleyerek çaylarımızı içtik. Ara ara birbirimize sataştık. Babama her şeyin
yolunda olduğunu göstermeye çalışıyordum. Üzülsün istemiyordum. Ama annemle göz
göze geldikleri an; aralarındaki aşkı iliklerime kadar hissedip
duygulanıyordum. Gözlerim doluyordu bir anda. "Bu kadar sevdiğim halde
neden sevilmedim?" diye düşünüyordum durup durup. Sonra babam görmeden
başımı yukarı kaldırıp yaşlarım daha akmadan yok ediyordum onları.
Uyumak için
yatağıma girdiğimde babam geldi, sonra da annem. Kendimi bildim bileli devam
eden geleneğimiz bir kez daha tekrarlandı. Öpüp, yorganımı düzeltip gittiler.
"İyi geceler. Tatlı rüyalar, kovalasın seni tavşanlar."
Yorumlar
Yorum Gönder