Alkımın Güneşi "Bölüm 26"
Blogu kapatırken Koray’ın numarasını çevirdim.
-Napıyorsunuz?
-Oturuyoruz.
Film falan izliyoruz.
-İyi madem
geleyim ben de.
-Gelme.
-O niye?
Uyuyacak mısınız?
-Yok da Güneş'ler
burada.
-Güneş'ler?
-Güneş, Gökmen,
Tuğçe.
-Ve ben
gelemiyorum?
-Hayır
canım. Gel istersen. Kötü olursun diye gelme dedim ben.
-Tamam Koray.
İyi eğlenceler.
-Kızma
ban...
Çoktan
kapatmıştım telefonu. Ne demek Güneş'ler burada? Tuğçe burada ne demek ya? Sen
nasıl alırsın o kızı içeri? Üstelik bana gel demişken? Tuğçe kim ya? Ne
zamandır tanıyorsun sen onu? Benim gitmemi mi beklediler gelmek için? Dünden
razıymışsın resmen Tuğçe'yle arkadaş olmaya.
Yine
dolmuştu gözlerim. Güneş ve Tuğçe Koray’ın yatağında birbirlerine sarılıp
uzanırken, en sevdiğim filmlerden birini izliyorlardı. Ve ben burada Güneş'in
hırkasıyla yetinmek zorundaydım. Soğuk bir günde incecik giyinip evlerine
gittiğim gece kapmıştım o hırkayı. Güneş beni eve bırakırken "Üşüme."
deyip vermişti. O varken üşümezdim zaten. Varlığını hissettiğim an sıcacık
olurdu ruhum. Ellerimin sıcaklığıysa onun ellerine bağlıydı. Tutarsa ısınırdım.
Hırkası yalnız bir semboldü üşümemem için. Benim içinse tek anlamı; yokken bile
onu yanımda hissetmekten başka bir şey değildi. O günden beri onsuz uyuduğum
her gece üzerimdeydi. Başlarda Güneş'in yokluğunu aratmıyor tıpkı "o"
gibi kokuyordu. Ama bu aralar kokusu kaybolmaya başlamıştı. Kaybolurdu tabi. Bu
kokuyu bizzat Güneş'in boynundan Tuğçe çekiyordu içine. Benim neyimeydi ki
artık? Ben kimdim ki Güneş için?
-Sana uğrayacağım. Güneş'in hırkasıyla
kulaklığı sende kalmış. Onları alacağım.
Hiç
beklemediğim anda Gökmen'den gelen mesaj Güneş'ten bana kalan son kokunun da
uçup gitmesi için davetiye çıkarmıştı resmen. Sinirlenmiştim. Yüzüme bakmaya
yüzü yoktu Güneş'in. O yüzden Gökmen'i gönderiyordu bende kalan eşyalarını
almaya. Bana kokusunu bile çok görmüştü Güneş. Ve hiç hayatında olmamışım gibi
bir başkasıyla eşyalarını almaya kalkışmıştı. Bu kadarına izin veremezdim. Beni
böylesine aşağılayamazdı. O kimdi ki Gökmen'i gönderiyordu eşyalarını
aldırmaya?
-Çok istiyorsa kendi gelsin alsın.
Güneş'ten başkasına vermem.
-Alkım uzatma. Ben gelip alacağım
işte.
-Hayır dedim. Ya kendisi alır ya da
eşyaları bende kalır.
-Tamam o zaman. On dakikaya gelir Güneş.
Çektiğim
rest işe yaramış ve Güneş'in son kez karşıma çıkmasını sağlamıştı. İyi de niye
böyle bir rest çekmiştim ben? Dayanabilecek miydim Güneş'i bir daha karşımda
görmeye? Neyime güvenmiştim öyle?
Tamam Alkım
kendine gel. Doldurma gözlerini. On dakika sonra Güneş karşında duracak. En
fazla otuz saniye üstelik. Bu otuz saniyeyi kendi lehinde değerlendirmen lazım.
İlk önce hırkasına biraz parfüm sıkalım. Giydiğim sırada üzerinde kokumun
kaldığını düşünsün. Ve yıkamadan giydiği ilk anda aklına ben geleyim. Birkaç
tutam da saç teli iliştireyim kıyısına köşesine. Hehhh oldu işte. Bir de
karşısındayken yüzümde hangi ifade olacağını belirledim mi tamamdır. Suratına
mı atsam acaba hırkayı? Olmaz canım. Bu sefer onu çok fazla umursadığımı ve
canımın çok fazla yandığını düşünür. Yalan sanki. Hayır canım yalan değil ama
öyle düşünmesin. Güçlü olduğumu, umrumda olmadığını düşünsün yine de. Sakince
uzatırım işte. Bir de nasıl olduğunu falan sormamam lazım. Onu merak ettiğimi
zanneder. Tamam merak ediyorum ama belli etmemeliyim sonuçta. Saçlarım
mahvolmuş yaa... Toplayayım en iyisi. Ev topuzumu beğeniyordu zaten Güneş. Bir
de şu pijamalardan kurtulmam lazım...
Dakikalar
sonra Güneş'in hırkasına azıcık parfüm sıkayım derken şişeyi boşaltmış, her
tarafını saçımla doldurmuş, onun beğendiği kazağımla kotumu giymiş, ayağıma
pofuduk terliklerimi geçirmiş, sanki sabah yapmışım da dağılmış gibi olan
makyajımı da yapmış kapının önünde Güneş'in gelmesini bekliyordum. Bokunu
çıkarmasam olmazdı zaten. Ne vardı o kadar parfüm sıkacak? Ayrıca o saçlar bir
kaç giyinmeyle dökülmezdi o kadar. Eve girer girmez pijamalarını giyen ben
gecenin bu saatinde nasıl olmuştu da hala kazak ve kotla duruyordum acaba?
Anlamayacak mıydı sanki Güneş? Değiştirse miydim acaba üzerimi? Çabuk karar
vermem gerekiyordu. Her an gelebilirdi. Derken kapı çaldı.
Bir kez
olsun tahminlerimde yanılmayı isterdim. Şom ağzımı açıp "Böyle böyle
olacak." demek yerine daha farklı olacağını planlasaydım keşke. Gelmesiyle
gitmesi bir oldu. Kapıyı açtığımda Güneş Maya'yla birlikte karşımda duruyordu.
Gözlerime bakmayı geç kafasını ayaklarına kadar indirmişti. Dışarıda buz gibi
hava vardı ve Güneş şort giymişti. Boş bulundum bir an.
-Bu ne hal?
Hasta olursun.
Güneş
kafasını kaldırmadan gülümsedi. Her zamanki korumacı tavrım yine devredeydi
anlaşılan. Güneş de bunu fark etmişti. Kafasını kaldırmadan cevap verdi.
-Sıkıntı
yok üşümüyorum ben.
-Kalbi
yanan benim, üşümeyen sensin. O da güzel. Belki de sen yaktın diye
üşümüyorsundur.
-Anlamadım?
-Hiç. Bir
şey demedim.
Kaşla göz
arasında çatır çutur sokuşturmuştum yine lafları. Aptal kafam! Neyse ki
söylediklerimi duymamıştı Güneş. Hala kafası ayaklarındaydı. Arada bir Maya'yla
ilgileniyordu. Maya bana gelmek için çırpınıyor, Güneş izin vermiyordu.
Kendisinin olmayan köpeği bile benden esirgeyen adam, kendi kalbini mi
verecekti bana?
-Al.
Kulaklık da cebinde. Dedim hırkayı uzatırken.
-Sağol.
Diye karşılık verdi. Kısacık bir "Sağol."
-Önemli
değil.
-İyi
geceler.
-Sana da.
İşte hepsi
buydu. O kadar hazırlanmıştım ve Güneş bir kez olsun kafasını kaldırıp yüzüme
bakmamıştı. Utanıyordu belki. Yaşattığından... Yüzüme bakınca yaşattığını
görmekten korkuyordu belki de. Belki de hiçbiri... Yüzümü görmeye tahammülü
yoktu belki de. Olamaz mıydı yani? Olabilirdi canım. Bir çırpıda koynuna başka
kadını alan adamdan her şey beklenirdi. Tamam sevgili değildik belki. Ama bir
gece öncesinde benim göğsümde yatıyordu bu adam! Bir gece ya alt tarafı bir
gece önce! Bir ömür geçmiş gibi davranıyordu göğsümde yatmasının üzerinden.
Canımın nasıl yandığını görmüyordu. Belki de görmezden geliyordu.
Kapıyı
kapattıktan sonra ışıkları açmadan mutfağın camına geçtim. Perdeyi araladım
yavaşça. Arkasından baktım Güneş'in. "Dönüp bakacak mı?" diye.
Bakması için çıldırıyordum resmen. Ama bakmadı. Bir saniye bile dönmedi
arkasına. Gökmen de öyle. Az ileride onları bekleyen Tuğçe'nin yanına
vardıklarında durdular. Tuğçe Güneş'in az önce elimden aldığı hırkayı geçirdi
üzerine. Maya'yı Gökmen aldı. Tuğçe ve Güneş birbirine sarılıp yürümeye başladılar.
O sırada gecenin sessizliğini attıkları kocaman kahkaha bozdu. Evet güldüler.
Belki bana güldüler. Acizliğime... Belki de sıktığım parfümü fark ettiler.
Belki belki belki... Ben aralık perdenin arkasında karanlıkta acı çekerken,
onlar sokak lambalarının aydınlattığı sessiz, sarı sokakta kahkahalarla
gülüyorlardı. Hepsi bu kadardı işte. Bu
kadar basitti.
Özenerek
yaptığım makyajımı temizlerken saat ikiyi gösteriyordu. Bir yandan da kendime
kızıyordum.
-Aptalsın
işte! Aptal! Hala kendini beğendirmeye çalışıyorsun. Hala umutlanıyorsun onu
göreceğin zamanlarda. Hala akıllanmadın.
Ağlamaya
başlamıştım. Güneş'in suratına atamadığım tokadın sinirini kendimden
çıkarıyordum. Saçlarımı dağıtıyordum delirmiş gibi. Üzerimdeki kazağı
parçalarcasına çıkarıyordum. Belki de sarılmaya cesaret edemediğimdendi bütün
bu sinir. Hoş! Kimdim ki ben? Hangi sıfatla sarılacaktım? Peki neden
gülmüşlerdi o kadar? Böylesine alçalacak kadar ne yapmıştım ben? Sevmek miydi
bütün suçum? Beni böylesine aşağılık bir insan yapan şey Güneş'e beslediğim ve
kocaman yaptığım aşk mıydı? Peki bu noktadan sonra yaşamak ne denli mümkündü?
Sokaklarının Güneş koktuğu ve her yolun Güneş'in evine çıktığı bir semtte nasıl
nefes alabilirdim?
Başka bir
yol bulmalıydım. Yaşamak için, mutlu olmak için bambaşka bir yola ihtiyacım
vardı. Aklımdan milyonlarca fikir geçti. Hepsi bir yerde tıkandı, devamı
gelmedi. Sonra içlerinden en güzelini seçtim. Birazcık da zorlayarak tamamladım
bu fikri. Artık yaşamak için bir şansım vardı.
Uzun zaman
sonra ilk kez huzurlu bir uykuya daldım. Sabahsa yaşamaya başlayacaktım.
Yorumlar
Yorum Gönder