Alkımın Güneşi "Bölüm 24"



            Gün aymıştı. "Gün aydı!" diye horozlar bağırıyordu dışarıda. Dün gece deli gibi yağan yağmurdan eser yoktu. Onun yerine sıcacık bir güneş vuruyordu henüz açılmaya çalışan gözlerime. Saat daha sekizdi ve benim uykum bitmişti! Sadece dört saat uyumuş ve fazlasıyla şarap içmiş olmama rağmen 'horozun sesine' uyanmıştım bu sabah. Bu köy böylesine mükemmel olmayı nasıl başarıyordu?

            -Günaydın! İyi uyudunuz mu? Sizin için dolaba bir şişe şarap bırakmıştık. Sevdiniz mi? Farklı bir tattır. Umarım beğenmişsinizdir.

            Bu sıcacık konuşma, pansiyonun sahibi Hikmet amcanın tatlı eşi Nermin teyzeden başkasına ait değildi. Kısa boyu, boyuna göre biraz fazla olan kilosuyla tatlı mı tatlı bir teyzeydi kendisi. Bu tatlılığını kulaklarının hemen altında biten sarı saçları tamamlıyordu. Diplerine bakacak olursak yaşının ona armağan ettiği beyazları sevmeyip de boyamıştı sarıya. Neredeyse yarım asırdır yaşıyordu bu tatlı çift. Ve birbirlerine hala aşkla bakıyorlardı.

            -Günaydın. Mürdüm eriği en sevdiğim şaraptır. Güzel seçim yapmışsınız.

            -Öyle mi? dedi düşünceli bir ses tonuyla. Pek fazla insan sevmez o şarabı. Eşimle benim favori şarabımızdır. Beş odanın ikisine koyarız onu. Genelde çiftler beğendiklerini söylerler. Çünkü onlar şarap diye aşklarını içerler. O yüzden şarabın tadına da fazla dikkat etmezler. Sizin beğenmenize o yüzden şaşırdım. Fakat çok sevindim. Doğru tercih yapmışsınız mürdüm eriğini en sevdiğiniz yaparak.

            Gülümsedim yalnızca. "Çiftler şarap diye aşklarını içer." cümlesine takıldım. Aşkı bir başıma içmiştim ben. Bir çiftim yoktu benim. Nermin teyze durumu fark etmiş olacak ki hemen konuyu değiştirdi.

            -Durmayın orada öyle. Kahvaltı hazır buyurun hadi. Dün sabah burada olsaydınız, kahvaltıda yalnız kalacaktınız. Şansınıza! Dün gece yağmurdan kaçan tanıdık bir delikanlı çaldı kapımızı. Havaya aldanmış, gece de güzel olur diye sokaklarda kalmaya niyetlenmiş. Yağmur aniden bastırınca da bize sığındı.

            -Aaa öyle mi? dedim bozulmuş bir ses tonuyla. Biriyle kahvaltı yapmayı geç, yeni biriyle tanışasım bile yoktu. Kimin nesiydi şimdi bu 'delikanlı'? Bir başına sokaklarda kalmaya niyetlendiğine göre pek tekin biri değildi. Gece evlere gizlice girip genç kızlara tecavüz edecekti. Hatta o kadar pislikti ki annelere de acımayacaktı. Yok canım! Öyle bir insandan ‘tanıdık’ diye bahsedemezlerdi herhalde değil mi? Ya da çirkin mirkin bir şeydi kesin. Bir kıza aşık olmuştu belki de. O kadar çirkin ki kız bununla yüz yüze gelmeyi bile istememişti. Yüzüne kusmaktan korkuyordu çünkü. Bunun da kafası attı bastı geldi buralara bir başına. Ya da benden birazcık daha cesurdu. Kadındım sonuçta ben. Hiç tanımadığım bir yerde (köy bile olsa) bu devirde nasıl gece bir başıma sokakta kalırdım ki? Burada kalmaya niyetlendiğimde bile bin bir tane senaryo geçti kafamdan. Ya gece beni öldürmeye kalkarlarsa? Ya tatlı mı tatlı amca gece bir canavara dönüşüp bana tecavüz etmeye kalkarsa? Ya...

            -Günaydın! dedi samimilikten ölecek bir ses. Kendi kendime düşünürken kahvaltı masasının yanına kadar gelmişim. Eee bizim 'delikanlı' da masadaki yerini çoktan almış. Beni görünce de yapıştırdı tabi en samimi 'günaydın'ını.

            -Günayd...

            Ben bu 'delikanlı'ya her ne dediysem aldım lafımı geri. Bu kimseye tecavüz etmeye kalkamaz ki! Kızlar buna tecavüz etmeye kalkar aksine. Bu 'delikanlı'yı kim reddedebilir ki? Karşımda resmen aşk, şehvet ve tutkunun karışımı bir adam oturuyordu. Kumral; alnına düşen ve kaşında biten saçları, mavi gözleri, ucu yuvarlak küçük bir burnu, güldüğünde yanaklarında oluşan devasa gamzeleri, kirli; kumral sakalları vardı. Oturuyordu ama ayağa kalktığında boyu yaklaşık yüz seksen üç santim falan olacaktı. Otururken bile dimdik oturuyordu. Bunun kesin baklavası falan da vardı. Belki belinde de gamzesi vardı? Adonisleri de kim bilir nasıl güzel duruyordu? Bir de ısrarla gülümseyerek yüzüme bakıyordu. Ne vardı acaba? Neye gülüyordu bu adam bu kadar? Ayy gülme öyle... Nasıl da güzel gülüyorsun sen? Acab...

            -Elim havada kaldı?

            -Hı?

            -Elim diyorum. Havada kaldı.

            -Neden havada ki?

            -Tanışalım diye uzatmıştım?

            -Aaa... Çok özür dilerim. Dalmışım ben.

            -Fark ettim. Batu ben.

            -Hı?

            -İsmim diyorum. Batu.

            -Haa. Çok pardon ya. Alkım ben de.

            -Memnun oldum Alkım.

            -Ben de...

            Evet canım tabi ki de memnun olmuştum. Adam fazla yakışıklıydı. Bu kesin buralarda bir yerde yaşıyordu. Ya da yurt dışından filan geldi, turist bu. Ama Türk? Türk turist olamaz mı canım? Belki annesi ya da babası Türk'tür? Ya da ne bileyim İstanbul'da filan yaşıyor buraya gezmeye gelmiştir. Aynen bak bu daha mantıklı. Sonuçta İzmir kızıyla meşhurdur, erkeğiyle değil. Hem böyle bir cevher olsa İzmir'de, Alsancak'ta Bostanlı'da filan yaşardı. Ben de oralardan çıkmadığıma ve bu 'delikanlı'yı daha önce görmediğime göre kesin İzmirli değildi.

            Saçmalama Alkım! Aşk acısından ölüp biterken geldiğin bu yabancı yerde bir yabancıyla sadece çok yakışıklı diye pembe hayaller kuracak halin yok herhalde! Yok dimi? Olmasın yani. Kendine ayıp bir kere. Çektiğin acıya ayıp.

            Kahvaltı masasında bir tek kuş sütü eksikti. (Bu kalıptan nefret ediyorum ama tarif etmenin de başka imkanı yok yani.) Nermin teyze kahvaltı konusunda fazla yetenekliydi. Belki de zamanla gelişmişti böyle. Halbuki yüzünde "Hiç özenmedim." dercesine bir ifade vardı. Sanki eşi ve çocuklarına hazırlamıştı bu kahvaltıyı. Çeşit çeşit peynirler (Bir kısmının adını ilk defa duymuştum.) zeytinler ve aklına gelebilecek neredeyse her şeyle yapılmış gözlemeler süslüyordu masayı. Reçeller, kaymak ve bal onlara eşlik ederken; sobanın üzerinde fokur fokur kaynayan çay ve çıtırdayan ekmekler bu muhteşem manzarayı tamamlıyordu. "Daha ne olsun?" derken Nermin teyze elinde kocaman bir tabakla içeri girdi.

            -Çocuklar kusura bakmayın. Omletleri unutmuşum anca yaptım.

            -Yok yenge problem değil. Biz de arkadaşla yeni tanıştık zaten. Başlamamıştık daha kahvaltıya.

            Yenge mi? Ne yengesi be. Teyze desene kadına adam gibi.

            -Tamam Batu'cum. Hadi bakalım soğutmadan yiyin. Afiyet olsun.

            Batu'cum mu? Bana niye siz diyordu peki bu kadın?

            -Nermin yenge amcamın eşidir. Hikmet Amca dediğin kişi benim amcam olur yani.

            Tabi ya! ‘Tanıdık delikanlı’ lafından anlamam gerekirdi zaten. Off Alkım! Nasıl fark etmezsin bunu! İyi de ben bir şey sormadan ne sorduğumu nasıl anlamıştı da cevaplamıştı ki bu? İçimi falan mı okumuştu yani?

            -Bunu sormayacak mıydın bakma öyle garip garip. İç okumayı bilmem merak etme.

            Gözlerimin belermesinden bir kez daha ne düşündüğümü anlamıştı Batu.

            -Sanırım şimdi de bu geçti aklından. Hahah! Kötü bir başlangıç yaptık o zaman. Kusura bakma cidden seni korkutma niyetinde değilim. Sıradan bir insanım işte. Öyle iç okuma yeteneğim falan yok. İnanmam zaten ben öyle şeylere.

            Samimi ve kendinden emin konuşmasından hoşlanmıştım. Rahatlatmıştı içimi. Gözlerimdeki gerginlik yerini kocaman bir gülümsemeye bırakmıştı. Bir yandan masadaki bütün peynirlerin tadına bakıyor, bir yandan da Batu'nun anlattıklarını dinliyordum. Anlattığına göre peynirler, reçeller ve masadaki birçok şey amca ve yengesinin eseriydi. Yaptıkları ürünlerin bir kısmını kendilerine ayırıyor, bir kısmını da köy pazarında satıyorlardı. Batu'nun dediğine göre şehirden bu peynirlerin siparişini verenler ve buraya sırf peynirleri almak için gelenler de vardı. Eminim ki öyleydi. Çünkü bugüne dek bu kadar güzel peynir yediğimi hatırlamıyordum. Özene bezene yapıldığı her halinden belliydi canım.

            Kahvaltımız bittiğinde peynirlerin hikayesinin yanı sıra Batu'nun hikayesini de öğrenmiştim. Olamaz dediğim oldu ve bu çocuk İzmirli çıktı. Ege Üniversitesi'nde okuyormuş. Ama kesinlikle Bornova'da yaşıyor olamazdı. Öyle olsa ya huyundan alırdı ya suyundan diğer öğrencilerin. Ama almamıştı bu çocuk. Çünkü ailesiyle Karşıyaka'da yaşıyordu. Tabi yaa! Karşıyaka'ya uğramadan direk Bostanlı'ya geçersen nereden görecektin ki?

            -Şehre mi döneceksin?

            -Evet artık gitmem gerekiyor.

            -Ben de şehre geçeceğim. Bırakayım seni de. Servisle falan uğraşma şimdi.

            -Yolunu uzatırsın boşver bence.

            -Olsun canım. Yalnız değilim sonuçta. Sohbet ederiz.

            -Öyle diyorsan...

            -Evet öyle diyorum.

            Pansiyondan Nermin teyze ve Hikmet amcayla vedalaşıp ayrıldım. Çocuklarını gönderiyorlarmış gibi duygulandılar. İşin garip yanı ben de ailemden ayrılıyormuşum gibi hissettim. Son teşekkürlerimi de bütün samimiyetimle edip, en yakın zamanda geri gelme sözlerimle çıktım. En son Hikmet amcanın Batu'ya bir şeyler dediğini duydum.

            -Dikkat et kıza. Sana emanet oğlum.

            -Merak etme amcacım. Sağ salim bırakacağım gideceği yere.


            Nasıl da çocuğu gibi sahiplenmişti beni Hikmet amca... Nasıl mutlu etti beni bu konuşma nasıl sevindim anlatamam. Bir günde beni sevip sahiplenenler de vardı bir yerlerde, aylarca göğsümde yattığı halde sevmeyenler de. Ve ben, beni sevmeyenlerin olduğu yere dönüyordum şimdi. Bir gün süren rüyaydı bu yaşadıklarım ve ben şimdi uyanmak zorundaydım.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Fotoğraf Karesi

Olmuyor

Sana Rağmen