Alkımın Güneşi "Bölüm 23"



           Uyandığımda öğlen olduğu gerçeğiyle karşı karşıyaydım. Yaklaşık on dört saattir uyuyordum. Yorgunluk vardı üzerimde hala. Bir şeyler hala sindirilememişti. Güneş'ten hala ses çıkmamıştı. Bir "Geçmiş olsun!" mesajı bile yoktu. Bu saatten sonra da olmazdı zaten. Eminim ki şuan bitmek bilmeyen uykusuyla Tuğçe'nin kollarında uyuyordu. Mutlu muydu acaba? Birlikte güldüğümüz kadar gülüyor muydu onunla da? Peki onu seviyor muydu acaba?
Belki de o geceden sonra görüşmediler bir daha? Bi bakalım başka fotoğraf koymuş mu? Başka fotoğraf koymamış da bizim fotoğrafımızı kaldırmış işte. Yalnızca Tuğçe'yle olan fotoğrafı duruyordu artık. Bir hamlede silmişti bizi. Hiç istemediğim şey oluyordu anlaşılan. Güneş Tuğçe'yi seviyordu.

            Bir saat sonra okula gitmiş, öğrenci işleriyle görüşmüş ve çoktan hayal kırıklığına uğramıştım. Okulu dondurmak için çok geçerli bir sebep lazımdı. "Abi çok aşığım aşk acısı çekiyorum ne olur dondurun okulumu." deyince dondurmuyorlardı işte. Uzun sürecek bir hastalık durumu olabilirdi ama. Kendimi mi atsaydım bir yerlerden acaba? Kırsa mıydım bir yerlerimi? Ya da arabaların önüne mi atlasaydım? Bu durumda evdekilerle konuşmadan onlara okulu dondurmak için çok geçerli bir sebep sunamayacaktım. Ama ben bu bilgiyi kendime sakladım. İntikam soğuk yenir ve gün intikam günüdür.

            Birkaç gün sonra Şirince'ye gitmeyi koymuştum kafama tam anlamıyla. Huzurun nadiren mümkün kılınabildiği, sokaklarının buram buram şarap koktuğu bu köy benim için oradaydı. Dağların arasına benim için kurulmuş ve henüz göstermişti bana kendini.

            Gecenin bir yarısı bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun karşısında kahvemi yudumlarken zamanının geldiğini düşündüm. Daha fazla ertelemenin bir anlamı yoktu. Yalnız bileklerimden utanıyordum. Oradaki insanların görmemesi lazımdı. Yoksa ne kadar güçsüz olduğumu anlarlardı. Bir de ensemde biten saçlarım… Belime kadar uzunken bir çırpıda yok etmiştim. Ben bile utanıyordum bu halinden. Bakamıyordum. Başkaları nasıl bakacaktı tiksinmeden? Peki ben ne kadar hazırdım yeni insanlarla tanışmaya? Kendimden bahsetmeye, iki satır sohbet etmeye ne denli hazırdım?

            Bunları düşüne düşüne güneşi doğurdum fark etmeden. Aralık ayının yağmurlarla boğuştuğu bir gecenin sabahında saat yediyi gösterirken ben çantamı çoktan hazırlamıştım. Üzerimde siyah kotum, ayağımda zımbalı botlarım, içi pamuklu uzun kollu siyah tişörtüm ve deri ceketimle "Depresyonların bağrından geldim." diye bağırıyordum adeta. Koray'a gittim önce. Hala uyumamıştı.
           
            -Hayırdır? Nereye böyle?

            -Şirince'ye gidiyorum. Ne kadar kalırım onu da bilmiyorum. Anahtarları al. Ev sana emanet.

            -Tamam canım. İyisin dimi?

            Bu lafına yalnızca gülümsedim. Bütün anlamsızlığı suratıma yükleyip Koray’ın gözlerine baka baka yarım yamalak gülümsedim yalnızca. Başını eğdi önüne. Ne kadar haklı çıktıysa da bir o kadar da suçluydu. Bunun da farkındaydı. Mahcuptu işte karşımda. Ne diyeceğini bilemez bir şekilde çekinerek gözlerime bakmaya çalışıyordu. Daha fazla mahcup etmek istemedim onu. Asansörün kapısını açarken bir şeyler söyledi.

            -İyi bak kendine. Toparlan öyle gel. Ne olur iyi ol!

            Bir an duraksadım. Ama cevap vermedim. Arkama bile bakmadım. Belki de bakamadım bilmiyorum. Yeni bir hayata başlayabilmek için kendime bir kaç günlük meditasyon hediye etmiştim, hepsi buydu. Ama ne kadar iyi geleceğinden ben bile şüpheliydim aslında.

            Servisin kapıları açıldığı an bambaşka bir dünyanın tam ortasında olduğumu fark ettim. Gelmiştim. Böylesine mükemmellik hayal etmiyordum ama. Burası saklı kalmış bir cennetti adeta. Daha servisten iner inmez almıştım çeşit çeşit şarapların kokusunu. Köşe başında pişen gözlemeleri, el yapımı sabunları, sakız reçelleri ve daha sayamadığım birçok şeyi buram buram kokuyordu.  Burada resmen bir tarih yatıyordu. Ve patik ören teyzelerden şarap satan gençlere kadar herkes bu tarihe hakimdi.

            Daracık ve dik sokaklarını adımlarken her dükkanın önünde "şarap denemeye" çağıran bir sorumlusu vardı. Çekindim önce biraz. Birinden çıkıp hemen yanındaki dükkana girerken de bayağı utandım. Ne kadar çok şarap denersen o kadar mutlu olurmuş dükkan sahipleri. Sonradan fark ettim. Durur muyum peki? Durmadım. Shot bardaklarıyla tadılan şaraplardan bir insan nasıl sarhoş olabilir diye düşünürdüm önceleri. Bunu da o gün öğrendim. 4. şişe şarabımı aldığım yerde en sevdiğimden bir kadeh ikram edildi. O kadar mutlu oldum ki o an! Sonra başladık dükkanın sahibiyle sohbet etmeye. Neler konuştuk, tam anlamıyla hatırlayamadım hiçbir zaman. Denediğim kim bilir kaçıncı şarabın üzerine bizzat kadehten içiyordum şimdi de. Midem hafiften sinyal vermeye başlamış, gözlerim bulanmıştı bile. Saatlerce konuştuğumuzu biliyorum. Bir kadehin iki ve üç olduğunu da. Uzun sohbetlerin arasında dükkan sahibi amcanın gözü bir an bileklerime ilişti. Kahretsin! Ceketin kolu toplanmış ve bileklerimdeki sargıları gün yüzüne çıkarmıştı.

            -Ne oldu bileklerine öyle?

            Utancımdan ne diyeceğimi bilemedim. Önce yanaklarım kızardı, sonra gözlerim doldu. Allah kahretsin ağlamaya beş vardı. Oysa güç timsali gibi davranacaktım burada. Bu da neyin nesiydi şimdi böyle? Ağlamamalıydım. Hayır yapamam. Kes sesini Alkım! Ağlam...

            -Özür dilerim boş bulundum ben. Ağlama lütfen. Tamam sustum kapattım konuyu.

            Her zamanki gibi yine yenilmiştim gözyaşlarıma. Yine tutamamıştım kendimi. Koca adamın karşısında ağlıyordum resmen.

            -Hayır hayır sizin suçunuz değil. O süreç aklıma geldi de birden. Ondan kötü hissettim kendimi.

            -Hiçbir aşk, taraflardan birinin hayatından vazgeçmesi kadar değerli değildir. Hele ki karşılıksız aşk, ne kadar acıtsa da sevenin canını; bu denli gözünü kör etmemelidir.

            Adam resmen kalbimi okuyordu. Duymak istediklerimden çok bana gerçekçi konuşan tek insandı. Canımın acısını görebiliyor, ve onu sarmaya çalışıyordu. Üstelik beni tanımıyordu bile. Kimdim ki ben? Birkaç saat önce bana dair en yüzeysel bilgileri öğrenmişti. Ama sanki bir yerlerde yaşadığım en acı şeyleri biliyor gibiydi. Sustum. Bir şey söylemedim. O anlattı, ben hayranlıkla dinledim. Hayatımda ilk defa görmesem, benim yakınlarımda yaşayıp her gün beni izlediğine yemin edebilirdim.

            Üçüncü kadehi de bitirdikten sonra gece kalacağım yere gitmek üzere çıktım dükkandan. Hava yeni yeni kararmaya başlamıştı. Tepeye doğru kıvrılan daracık sokakta elimde bir adresle yürüyordum. Sırtımda çantam, boynumda fotoğraf makinesi ve kısacık boyumla ben devrilmek üzereydik. Sabahtan beri girmediğim sokak, dükkan kalmamıştı. Bir an önce sıcacık bir duş alıp uyumak istiyordum.

            Dakikalar sonra pansiyonun önündeydim. Pansiyon dediğime bakmayın. Cennetten gönderilmiş bir mekandı kendisi. Eski, ahşaptan bir yapıydı ve bembeyaz boyanın üzerini mavi panjurlardan içeri girmeye çalışan sarmaşıklar kaplıyordu. Ön bahçesi mandalina ağaçlarıyla kaplıydı. Arka bahçesi ise alabildiğine orman manzarasıydı. Dakikalarca izleyebilirdim bu binayı. Nasıl olmuştu da her sokaktan geçmişken burayı görmemiştim? Belki de saklanmıştı bir yerlerde. Kalıp kalmayacağım ilk geldiğim an belli değildi sonuçta. Kalma kararı aldığım an o da ortaya çıkma kararı almıştı belki de. Daha fazla huzuru önüme sermeye hazırlanmıştı.

            Ahşap basamaklardan üst kata çıkarken, pansiyonun çatısına düşen yağmur damlalarını duymaya başladım. Burada mükemmel bir düzen vardı ve her şey zamanında oluyordu. Fark etmeden bu düzenin bir parçası olmuştum.

            Odama girdiğimde yağmur şiddetini artırmış, çatıları dövmeye başlamıştı tam anlamıyla. Lavanta kokan banyoda sıcacık duşumu alıp saçlarımı kuruttum uzun uzun. Aynadaki siluetime bakarken bir kez daha sorguladım hayatımı. Özellikle de son birkaç günümü. Neler yaşamıştım öyle? Ve bunca şey olmasaydı şuan burada olabilir miydim? Bu güzelliğe, huzurun zirvesine acılarım mı taşımıştı beni? Yoksa hayatın bana sunduğu bir özür müydü bu?

            Yatağın üzerindeki yumuşacık kırmızı battaniyeye sarınıp balkona çıktım. Buradan köy bambaşkaydı. Yağmurun da eklenmesiyle kartpostallardaki görüntülerden birinin tam karşısında duruyordum işte. İçecek bir şeyler bakmak için odaya döndüm. Bu manzaranın tadını sonuna kadar çıkarmalıydım. Yatağın başucundaki dolabı açtığımda bir şişe şarapla karşılaştım. Mürdüm eriği üstelik. Bu kadar da olamazdı. En sevdiğim şarabın bu yabancı yerde, ilk defa girdiğim odada ne işi olabilirdi? Hayat bana kocaman bir mutluluk armağan etmişti bugün. "Çok kırıldın, çok üzüldün. Al! Bu mutluluk senin olsun." demişti resmen. Daha ne kadar şaşırabilirdim bugün?

            Balon kadehi, şarabı, defterimi ve kalemimi kaptığım gibi balkona attım kendimi. Delicesine yağan yağmur, balkona bir damla kadar bile uğramıyordu. Öylesine güzel inşa edilmişti ki bu bina, yağmura bir yandan kucak açarken, bir yandan da yağmurdan koruyordu seni.

            Armut koltukta battaniyeme sıkıcasına sarılmış kadehimi yalnızlığıma kaldırırken dizeler birer birer dökülmeye başladı dudaklarımdan.

            Buradaki insanlar tertemiz... Onları tanıdıkça şehirdeki insanlık ağır gelmeye başladı. Sorgulamaya başlar oldum bazı değerleri. 

            İyi olmak neydi? Nasıl bir şeydi? Karşılıksız ekmeğini bölen bu insanlar neyin nesiydi? Bu teyzeler neleri görmüştü? Nedendi herkesi kendi çocuğu gibi sevmeleri? Nasıl kurulmuştu bu köy dağların arasına? İnternet olmadan bir gün nasıl böylesine güzel geçebilirdi?

            Sessiz, sakin; tüten her bacanın altında gözlemelerin piştiği mekanlar... Lüks olmayan, derme çatma ama suyuna kadar her şeyin lezzetli olduğu küçük mekanlar... Nerede bulabilirdin bu huzuru?

            Başka hangi şehir, hangi köy verirdi bu rahatlığı sana? Her mekanda nasıl sarhoş olacak kadar bedava şarap içebilirdin? 

            Ve hangi huzur buradaki kadar güzel, buradaki kadar umut dolu olabilirdi?

            Defterimi kapattığımda boğazıma takılan bir lokmayı sonunda yuttuğumu fark ettim. Acımın bir parçası yitip gitmişti kendiliğinden. Bu köy, nefes almama engel olan şeyi parçalamayı başarmıştı. Geriye o parçaları düşürmek kalıyordu. Bu da benim görevimdi. Yapmazsam olmazdı. Yapmazsam ayıp ederdim bu güne. Haksızlık olurdu.

            Birkaç saat sonra şarabım bitmişti. Üzülmüştüm. Bugün delicesine şarap içtiğim halde başım dönmemişti hala ya da bulanmamıştı midem. Bir şişeyi daha içebilirdim bu güzel manzaranın karşısında. Kırmızı çatıları ve kahverengi pencere pervazları olan bembeyaz evlerin muhteşem dizilişine yağmurlar düşerken damla damla, bir şişe şarap daha olsaydı su gibi içebilirdim.


            Yatağıma yattığımda saat sabah dördü gösteriyordu ve ben mutluydum. Tek başıma hiç tanımadığım bir köyde hiç tanımadığım insanların tavsiye ettiği evden dönme pansiyonda bana kiralanmış yabancı bir odada sarhoş olmama yetecek kadar şarap içip sarhoş olmadan yağmurun sesini bir ninni misali dinleyerek ömrüm boyunca karşıma çıkabilecek en huzurlu uykuya daldım. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Fotoğraf Karesi

Olmuyor

Sana Rağmen