Alkımın Güneşi "Bölüm 15"



            Eve geçtiğimde sinirden delirmek üzereydim sanki. Koray her zamanki gibi beni sinirlendirmeyi başarmıştı. Küçük bir ağlama krizi geçirdikten sonra kahvemi elime alıp bilgisayarın karşısına geçtim. Gözyaşı döktüğüm zamanlarda genellikle bir şeyler karalardım. Ancak böyle geçerdi kalbimdeki sızı. Bu kez de ezbere bildiğim bir şarkının sözlerini yazıyor gibi upuzun bir metin oluşturup taslağa attım. İlk defa yayınlamadım o gece. Sanırım bu kadar zayıf olduğumu göstermek istemedim kimselere. Hoş! Günde 5-6 kişiden başkası da okumuyordu ya zaten yazdıklarımı. Neyse… Kahvem bitince koltuğa uzandım. Başta her ne kadar uzanmış olsam da bir süre sonra uyuyakaldım. Sabah daha doğrusu öğlen bitmek üzereyken her yerim tutulmuş bir şekilde uyandım.

            Berbat görünüyordum. Yüzümdeki makyajım dağılmış, saçlarım yağlanmakta boyut atlamış (bir gecede üstelik) gözaltlarım birer alışveriş torbasına dönmüştü. Depresyon müziklerinden yaptığım listeyi bilgisayardan son ses oynattım ve kendimi duşa attım. Ne kadar süre duşta kaldığımı bilmiyorum. Ama ellerimdeki buruşukluğa bakılırsa en az bir saattir oradaydım. Ara ara ağlıyor bazen de suyun altında oturuyordum. Daha fazla da kalırdım belki ama bir öğrenci olduğumu ve gelebilecek olan su faturasını hatırladığım gibi çıktım duştan. Fakirlikten depresyonumu bile yaşayamıyordum.

            Bir saat içinde hazırlanmıştım. Üzerime dizleri beyazlamış kotumu ve elime geçirdiğim ilk tişörtü giydikten sonra evden çıkmaya hazırdım. Bir bakalım… Ders başlayalı 1 saat olmuştu. Gidebilirdim, öyle de yaptım.

            Derse girdikten sadece yarım saat sonra bunun bir hata olduğunu fark ettim. Aklımı Güneş’ten ve Koray’dan alamıyordum. Çok canım sıkılmıştı dün gece olanlara. Ne yapacaktım peki şimdi ben? Her şeye karışmasa Koray olmazdı zaten. Neyim yolunda gidiyorsa Koray bozuyordu. Gerçi başlatan da o oluyordu bunca güzel şeyi ama olsun. Madem başlattın niye bozuyorsun yani?

            Derse ara verdiğimiz sırada okuldan kaçarcasına çıktım. Biraz hava almam lazımdı. Hatta beynimi yenilemek için fazla fazla oksijene ihtiyacım vardı. Uzun bir süre küçücük Buca’da bütün ara sokakları ve mahalleleri ezberlemiştim. Sıkıntımda gram olsun azalma yoktu. Bu kadar sıkılmamın tek sebebi dün gece olamazdı elbette. Ama bunun dışında da bir problem yoktu ortada. Neredeyse dokunsan ağlayacak kıvamındaydım. Ne olmuştu bana böyle? Neyim vardı benim?

            -Güneş’e geçiyorum ben. Sen de gel istersen.

            -Neden?

            -Bir şeyler yiyeceğiz.

            -Tamam bakarım.

            Koray Güneşlere çağırmıştı. Elbette gitmek istiyordum da Güneş çağırmadan da çat kapı yapmak istemiyordum. Belki erkek erkeğe takılacaklardı? Belki sıkılmıştı her dakika yanında olmamdan? Ben bunları düşünürken bu kez de Güneş’ten mesaj geldi.

            -Koray geliyor birazdan. İşin yoksa sen de gelsene? Yemek falan yapacağız.

            “Yapacak mısınız, aşçı mı arıyorsunuz?” diyemedim elbette. Çağırmıştı işte adam. Daha ne olsun yani?

            -Tamam geliyorum birazdan.

            Sigaram bitince oturduğum banktan kalktım. Güneşlerin evinin yolunu tuttum. Gelirken bir şey isteyip istemediklerini de sordum ve bir şey istemeyince yoluma devam ettim.

            -“Hoş geldin!” dedi Güneş sıcacık bir ses tonuyla.

            Sevinmiştim. Belli ki ortada bir problem yoktu. Olsa bu kadar iyi gözükmezdi herhalde.

            Koltuklardan birine kendimi attığım sırada bizimkiler birbirine bakakaldı. O an anlamıştım ki yemekler bana itelenmişti. Elbette ben eksik değildim evde. Bir aşçı eksikti. Sesimi çıkarmadım, bozulmadım. Kalkıp önlüğü geçirdim boynuma. Neyse ki bir Tanrıça bana yardım ediyordu. Elbette Güneş!

            Biz yemekleri yaparken Gökmen masayı hazırlamaya başlamıştı. Bir saniye! Biz dört kişiydik. Peki masada neden altı kişilik servis vardı? Elbette ki soruma cevap alamadım. Alamamakla birlikte bir de kaynadı sorum. Kimse oralı olmadı. Ben ısrarla sormaya devam edince

            -“Arkadaşlar gelecek.” Dedi Koray. Kısa ve net. İki arkadaş gelecekti. Peki kimdi bunlar? Ben tanıyor muydum? Kız mıydı yoksa erkek mi? Erkek olsa söylerlerdi herhalde. Üçü de ısrarla gelince görürsün diyordu. Kesin iki tane hatun geliyordu. Ve eminim ki bu kızlardan en az biri Güneş’e abayı yakmıştı. Abayı yakmaması da imkansızdı tabii ama madem böyle bir durum var Güneş ne diye onları evine çağırıyor? Hadi çağırdı benim ne işim var burada? Neyse bakalım. Göreceğiz gelince.

            Güneş kapıyı açtığında adının Eylem olduğunu öğrendiğim bir kız Güneş’in boynuna atladı. Şüpheli miydi acaba bu kız?

            -Kanka naber ya?

            Hah tamam. Bu kız temiz. Güneş’e kanka demişti ve aynı ses tonunda Güneş de ona kanka kelimesini arasına sokuşturduğu bir cümleyle cevap vermişti. Eylem Gökmen’e yönelirken bu kez de Tuğçe denen kız de ahtapot gibi sardı Güneş’i.

            -Naber balım?

            Bingo!!! İşte bu kız Güneş’e hayvan gibi yürüyordu. Kankaysanız kanka de arkadaşım! Allah allah! Demediğine göre değiller demek ki. Üstelik kız bir eksi puanı daha yanıma oturup bana selam vermeyerek aldı benden. Bu kızı bu gece öldürecektim. Nefret etmiştim bir saniyede. Daha sevgilim bile diyemediğim adamla gözümün önünde fingirdeşiyordu. Üstelik ben bu kaltağa yapmıştım o kadar yemeği. Yüzümün kıpkırmızı olduğunu Koray ve Gökmen’den başka kimse fark etmemişti. Koray oh oldu dercesine bakıyordu da bir tek Gökmen ters bir şey yapmamdan korkuyordu. Beni nasıl da tanıyordu!

            Yemeğe geçtiğimizde bozulduğumu fark ettirmemeye karar verdim. Sonuçta biz arkadaştık. Bozulma hakkım yoktu. Yani çaktırmamam lazımdı Güneş’i sevdiğimi. Tüm şirinliğimle gülümsüyor üstelik Eylem’le kaynaşıyordum. Da bu Tuğçe denen kaltakla kaynaşmaya niyetim yoktu. Hala benimle tek kelime etmemiş bir de ben yokmuşum gibi davranmaya başlamıştı. Bu da yetmedi izin filan almadan Güneş’in odasına gidip daha 2 gece önce benim giydiğim eşofmanı geçirdi üzerine. Hadi bakalım! Gel de bu kızı öldürme! Güneş de sesini çıkarmadığına göre bu durumdan hiç rahatsız değildi. Ne demek ya ben kimim burda? iki gece önce benimle hayvan gibi öpüşürken böyle değildin ama? Şimdi neyin nesiydi bu kız Allah aşına?

            Yemekten sonra mutfak tezgahına yan yana yaslanmış, Gökmen’le mesajlaşıyorduk. Bu kızı yolacağımı, öldüreceğimi, bedenini paramparça edeceğimi filan söylüyordum. Ara ara da göz temasına geçiyorduk Gökmen’le. O sırada Koray ve Güneş evi sinema salonuna çevirmeye çalışıyordu. Eylem Güneş’in odasında telefonla konuşuyordu ve Tuğçe Hanım bir kraliçe edasıyla tam karşımızda oturuyordu. Gökmen beni sakinleştirmeye çalışırken Tuğçe’nin dikkatini çekti. Durumun onla alakalı olduğunu da anladı sanırım. Bir hışım ayağa kalkıp gözlerime baka baka

            -“Koray! Bizi eve bırakır mısın?” dedi. İşte bu! Başarmıştım. O terk etmişti. O bırakmıştı savaşmayı. Ben kazanmıştım işte! Güneş benimdi, her zaman da benim kalacaktı!

            Koray bir an Gökmen’le bana baktı sonra da Güneş’e. Kimse sesini çıkarmayınca Eylem ve Tuğçe’yi alıp çıktı evden. Hemen arkasından dönen muhabbetler içimi rahatlatmıştı.

            -Nefret ediyorum bu kızdan!

            -Aynen ben de!


            “Hayır yani madem o kadar nefret ediyordunuz da bu kızın evinizde işi ne?” diyemedim elbette. Salağa yattım. Cici kızı oynadım. “Noldu ki ya???” dercesine salak salak etrafıma bakındım. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Fotoğraf Karesi

Olmuyor

Sana Rağmen