Alkımın Güneşi "Bölüm 36"
Ocakta taşmakta olan çayın kokusu bütün evi sarmış,
televizyonda kısık sesli bir müzik açılmıştı. Bir ıslık da çalan şarkıya eşlik
ediyordu. Dışarıda tatlı bir yağmur vardı ve bir şarkıyı kendi halinde
mırıldanırcasına yağıyordu. Tavada kızan yağın sesine bakacak olursak birkaç
dakika içinde mis gibi kokan omletler hazır olacaktı. Tost makinesi dünden
kalan ekmeklerin yeteri kadar kızarmış olduğunu ilan etmişti çoktan. Kahvaltı
sofrası bütün mükemmelliğiyle
hazırlanıyordu.
Peki ben yattığım
yerden niye kalkamıyordum ve bu kahvaltıyı kim hazırlıyordu?
Uykuya
yeniden dalmak için ısrar eden gözlerimi zoraki araladığımda ilk olarak yerdeki
bira şişeleriyle göz göze geldim. Henüz bunun şaşkınlığını üzerimden
atamamışken göğsümde yatan Güneş’le karşılaştım. Siktir!!! Nasıl yani??? Biz en
son arkadaş kalmıştık? Ne olmuştu ki böyle? Battaniyeyi biraz yukarı
kaldırdığımda acı bir gerçekle daha karşılaştım. Güneş’in başını yasladığı
göğsüm çıplaktı. İkimiz de çıplaktık. Bir şeyler olmuştu ve ben hayal meyal
hatırlıyordum. Allah kahretsin ya! Aşık olduğu adamla seviştiğini nasıl
hatırlamaz bir insan? Şuurunu böylesine kaybedecek kadar nasıl içersin ya?
Yeniden
yastığa koydum başımı. Güneş de hala uyuduğuna göre kahvaltıyı hazırlayan Gökmen’di.
Yalnız şöyle bir durum vardı. Bugüne dek Güneş’le böylesine sevişmemişken ilk
defa oturup arkadaşlık konuşmaları yaptıktan sonra üstelik de o gece nasıl bu
hale gelmiştik biz? Yoksa Güneş bana …? Saçmalama Alkım. Bilmem kaçıncı
umutlanışın artık bu yeter. Hiçbir zaman olmadı olmayacak da. Olsun… Ya olursa?
Hayır olmaz canım kusura bakma.
-Güneeş?
-Hıı?
-Hadi uyan
artık canım.
-Saat kaç?
-Bilmem.
Üzerimde yattığın için kıpırdayamıyorum.
-Nasıl?
-Kalkarsan
diyorum. Hareket edebilirim ben de.
Uzun
uzadıya esnerken bir yandan da gözlerini yavaşça araladı. Kafasını çevirip
yüzüme baktı. Sonra göğüslerime. Battaniyeyi kaldırıp kendisine baktı. Sonra…
-Hassiktir!!!
-Ne noldu?
-Olanlar
olmuş kızım! Farkında değil misin?
-Yeni fark
ettim canım çok olmadı.
-Ya çok
özür dilerim.
-Ne için?
-Bu olanlar
için.
-Dileme Güneş.
Sorun yok. Dilersen sorun olur.
Ne demek
dilersen sorun olur ya? Ne saçmalıyorsun Alkım? Ne yani ben arkadaşlarımla
sevişirim bunda bir sıkıntı yok mu demeye çalıştım yani? Ne kadar aptalca!
-İşin
kötüsü çok da bir şey hatırlamıyorum.
-Ben
hatırladığım kadarını anlatırım sana.
-Saçmalama
kızım oldu olacak analiz yapalım.
-Yaa salak
mısın be? Ne dedim sanki?
Yeniden
gülmeye başlamıştık. Didişiyorduk eskisi gibi. Karşılıklı olarak birbirimize
vuruyor, laf sokuşturuyor, ara ara da kıstırdığımız yerden öpüyorduk. İşte tam
da hayatımıza Tuğçe’nin girmediği dönemlere dönmüştük. Bu güzel olduğu kadar
korkutucu da bir durumdu. Acaba ikinci bir Tuğçe vakası daha olur muydu? Peki
ben bu sefer ne denli yara alırdım? Bu kez nasıl toparlanırdım?
-Sen gir
önce duşa Gökmen seslenir birazdan.
-Tamamdır.
Salonun her
yerine savrulmuş kıyafetlerimi tek tek toplayıp banyonun yolunu tuttum. Sıcak
suyun altında gözlerimi kapatmış bir yandan huzurun tadını hazmetmeye çalışıyor
bir yandan da dün gece olanları düşünüyordum. Güneş’in beni öptükten sonrasını.
Öncesi kimin umrundaydı ki? Ne konuşulursa konuşulsun sabah çıplak uyandığımız
gerçeğini değiştiremezdi.
Güneş
tuvalete kalktığı anlardan birinde elinde battaniye ve yastıkla dönmüştü. Hemen
ardından beni göğsüne yatırıp sıkıca sarılmıştı. Sonra konuşmaya başlamıştık.
Ne konuştuğumuza dair hiçbir bilgi yoktu hafızamda. Konuşmamızın bir yerinde Güneş’e
sinirlenip göğsünden kalkmıştım. Tam o sırada muhteşem bir el çabukluğuyla beni
tutmuş yeniden göğsüne yapıştırmıştı. Dudakları o saniye dudaklarımda
kitlenmişti. Sonrası da malumdu işte. Bebek gibi uyumuş, sabah olduğunda da hiç
uyanmak istememiştik. Suyun rengi ne yönde değişecekti? Dengeler nasıl
oynayacaktı? Bilmiyorduk. Bildiğim tek şey dün gece huzura bulaşmıştım. Her
hücrem huzurla dolmuştu. Dün gece ben mutlu olmuştum.
Mutfağa
geçtiğimizde Gökmen’in hazırladığı mükemmel sofra bize koca bir “günaydın”
armağan etmişti. Nasıl mutlu olmuştum! Uyandığımda hali hazır bekleyen kahvaltı
beni o güne on sıfır galip başlatmıştır her zaman. Gökmen de bunun için elinden
geleni yapmıştı anlaşılan.
-İyi uyudunuz
mu? Öğlen uyandığınıza göre baya iyi uyumuşsunuz.
-Yok canım
ne öğleni. Saat daha on bir.
-Erken
uyandım siz de bir türlü uyanmayınca çok sıkıldım.
-Geldik
işte be ne var? Diye çıkıştı Güneş şakayla karışık.
-Yok bir
şey. Siz hallettiniz mi problemlerinizi?
Ne
problemi? Problem mi vardı? Sahi biz neyi halledecektik dün gece?
-Hallettik
oğlum karıştırma oraları.
Güneş’in
konuşmasına bakacak olursak anlaşmıştık ve her şeyi tatlıya bağlamıştık. Nasıl
bağlamayalım? Tatlı tatlı sevişmiştik işte. Korktuğum başıma gelmemiş ve dün
gece Güneş’i son görüşüm olmamıştı. Ama bu olanlar korktuğumdan daha beteri
miydi acaba bilememiştim. Sonra kahvaltı masasına bakıp tadını çıkarmam
gerektiğini düşündüm. Öyle de yaptım.
Kahvaltımız
bitmiş, sigaralar yanmış ve keyif çayları içilmeye başlamışken Müge Gökmen’i
aradı. Uzun bir telefon görüşmesinin ardından Gökmen mutfağa yüzünde koca bir
gülümsemeyle girdi:
-Kalkın!
Aydın’a gidiyoruz!
-Ne Aydın’ı
lan? O nereden çıktı?
-Aydın’da
anket işi var. Adnan Menderes Üniversitesi’ne gitmemiz lazım.
-İş senin
işin. Alkım’la beni niye sürüklüyorsun Aydın’a?
-Şirket Müge’ye
araba vermiş iş için. Müge araba kullanmayı bilmiyor. Benim ehliyetim yok. Ama Alkım’ın
var.
-Ne???
Resmen şuanda kullanıyorsunuz beni.
-Saçmalama
be kızım. Sen sevmiyor muydun araba kullanmayı? Mis gibi gezip geleceğiz işte.
-Of Gökmen!
Nereden çıktı şimdi böyle pat diye?
-Söylenme
canım hadi hazırlan.
Bir saat
sonra eve uğramış, üzerimi değiştirmiş, yola çıkmak için hazırdım. Müge’nin
şirketine gidip arabayı teslim aldık. Güneş dahil kimsede ehliyet olmayınca
patron arabayı bana emanet etti. Gel de Güneş’e anlat tabi.
-Şehirden
çıkınca ben alayım.
-Senin
ehliyetin yok Güneş.
-Senden iyi
kullanıyorum ben. Sana kalırsak akşama anca varırız Aydın’a.
Çok da laf
dalaşına giresim yoktu. Benden iyi kullanıyordu elbette çünkü ehliyeti olmasa
da iki yıldır arabası vardı. Ben ise yalnızca İstanbul’a gittiğim zamanlarda
babamın arabasını kullanıyordum. Ayrıca güvenlik her şeyden önemli olduğu için
fazla da hız yapmıyordum. Bu durumda haklılardı. Bana kalırsa akşama anca
Aydın’da olurduk.
Yol boyunca
arka koltukta oturan Gökmen ve Müge ellerindeki tabletlerden anket girişi
yapıyor bense Güneş’e teslim ettiğim fakat üzerime zimmetli olan ‘arabanın’
güvenliği için pür dikkat yolu ve yoldaki uyarı levhalarını izliyordum. Kırmızı
ışıkları, hız sınırlarını, var olan radarları ve olmadığı halde olabilecek
olanlarını… Bir yandan da hız ibresini kontrol ediyor yüz yirmiyi gördüğüm anda
Güneş’in nefret ettiği bir ses tonuyla yavaşlaması gerektiğini söylüyordum.
-Ama yeter
ama Alkım! Farkındayım telaşlanıyorsun. Ama acemi değilim kes artık şunu.
-Napayım
ama elimde değil.
-Bana
güvenmiyor musun?
Lafa da
bak! Ona güvenmiyor muymuşum? Nasıl güveneyim Güneş? Sevgili olduk, olacağız
derken beni ‘aldatan’ da sensin ‘terk eden de’. Sonra hiçbir şey olmamış gibi
dönmemi isteyen de sensin. Arkadaşlık anlaşmalarına hayali imzaları çaktıktan
sonra seviştiğim adam da sensin. Sonra hadi bana güven. O kadar kolaydı zaten.
Zamanında gözüm kapalı güvendiğimden çektim onca acıyı. Kimseye güvenmeyip bir
tek sana güvendiğimden yandı canım. Nasıl güveneyim şimdi sana? Söylesene?
-Alkım?
-Hıı?
Efendim?
-Bana
güvenmiyor musun dedim?
-Güveniyorum
canım. Güvenmez olur muyum hiç?
-Tamam o
zaman sıkıntı yapma. Bir sorun olmadan gidip geleceğiz.
-İyi madem.
-Şuradan
benzin alalım.
Benzin
istasyonuna girerken hala ona nasıl güvenebileceğimi düşünüyordum. Yaşanan
bunca şeyden sonra… Dün gece deli gibi sevişip şuan arkadaş oluşumuzdan sonra
mesela. Hata yapıyordum belki de. Burada olmam başlı başına hataydı belki de.
-Yol
boyunca beni besleyebileceksen atıştırmalık bir şeyler alacağım.
Bu
söylediği çok tanıdık gelmişti. Ailemle uzun yola çıkmadan önce
atıştırmalıklar, sıcak sular ve tek içimlik kahveler hazır edilir, yol boyunca
da annem büyük bir ustalıkla babamı ayakta tutabilmek için elinden geleni
yapardı. Aynısını Güneş teklif ediyordu.
-Burada
sıcak su var mıdır ki?
-Ne
yapacaksın sıcak suyu?
-Kahve
yapmayacak mıyım sana?
-Hahah!
Gülümsemesi
fazla aşağılayıcıydı. Tabi ya! Annemle babam mıydık sanki biz ona kahve yapmamı
isteyecekti? Elbette olmayacaktı öyle bir şey. Ama sonrasında söyledikleri beni
hem şaşırtmış hem de rahatlatmıştı.
-Aynı
annemsin. O da uzun yola çıkmadan önce her şeyi hazırlar babama uyumasın diye
kahve takviyeleri yapardı. Ama biz birkaç saatlik bir yola gideceğiz. Kahveye
gerek yok. Kola ister misin?
Demek ki
bu, ailelerin uzun yol formalitelerinden biriydi. Belki de bir kısmının… Ama
olsun. Güneş’in ailesiyle kendi ailemi bir noktada kesiştirmiştim ilk defa.
Buna ikimiz de şaşırmıştık. Güneş’in şaşkınlığı benimkine nazaran kısa sürmüştü
elbette.
-Evet olur.
Bir iki
saatten fazlasına yetecek kadar abur cubur ve içecek alışverişimizi yapıp
benzini de aldıktan sonra yola devam ettik. Güneş’le bir anlaşma yapmıştık.
Müzik çalardan sırasıyla bir benim istediğim şarkıları bir de onun istediği
şarkıları çalacaktık. Böylece ben o yabancı rap ve club karışımı müziklere bir
şarkı kadar katlanacak ve aynı şekilde Güneş de benim Türkçe müziklerimi
kaldırabilecekti. Gökmen ve Müge’nin dünya umrunda değildi. Deli gibi anket
giriyorlardı. Onlara abur cuburların bir kısmını ve birer kutu kolayı verip
önüme döndüm. Fazlasıyla önemli bir görev beni bekliyordu. Yol boyunca Güneş’i
beslemem gerekiyordu.
-Hiç
konuşmuyorsun kızım. Bir şeyler anlatsana! Dedi Güneş kağıdını özenle açıp
eline tutuşturduğum çikolatadan koca bir ısırık alırken.
-Ne
anlatayım?
-Ne bilim?
İstanbul’u falan anlat. Neler yaptın?
-Hiiiç…
Bizimkilerleydim. Arkadaşlarla falan görüştüm.
Elbette
kendimi eve kapatıp iki hafta boyunca o depresyon senin bu depresyon benim
koştuğumu anlatmayacaktım ona. Ne kadar az acı çektiğimi bilirse o kadar çok
güçlü olduğumu düşünürdü. Öyle de düşünmeliydi. İnsanlar karşısındakini ilk
önce acılarından vururlar. Bunu daha önce milyon kez yaşamışken bir kez daha
aynı hataya düşemezdim. Düpedüz aptallık olurdu bu. O yüzden Güneş’in
inanabileceği düzeyde saçmasapan bir ton hikaye anlattım. Artık hayatımda
olmayan arkadaşlarımla eskiden yapılmış olan muhabbetleri daha birkaç gün önce
yapılmış gibi falan… Böylesi daha iyiydi. Zaten Güneş konuşmuş olmak için
konuşuyordu. Gözleri dalmasın diye. Yorulmasın diye. Elbette her zaman yaptığım
gibi yine ona istediğini vermiştim. Bu çocuğa karşı koyamıyordum. En çok da hiç
görmediğim cennete benzettiğim gözlerini şaşkın şaşkın üzerime diktiği
zamanlarda…
Zamanın nasıl
geçtiğini anlayamadan üniversiteye gelmiştik. Burası dağın başına özenle
yerleştirilmiş bir koloniyi andırıyordu. Kampüsler, kafeteryalar ve öğrenci
yurtları… Yanlış okumadınız; öğrenci yurtları bu kampüsün içindeydi. Öyle büyük
bir kampüstü ki içinde onlarca otobüs durağı vardı. Aşağı inmek için kampüse
giren otobüslerden birini mutlaka kullanmak gerekiyordu. Yürüyerek inmek akıl
karı değildi. Akşam güneşi kampüsün her noktasına eşit seviyede vurmuş ve
ortalığı baştan aşağı sarı ve turuncunun karışımı bir renge bürümüştü. Bu
renkler çimlerin yeşilliğiyle öylesine güzel bütünleşiyordu ki kampüste hayran
kalınacak tek yer oluyordu birden. Kafeteryaları dolduran öğrencilere bakacak
olursak burada olmaktan çok da hoşnut görünmüyorlardı. Birçoğu puanı yettiği
için buradaydı ve çok azı bile isteye bu okula gelmişti. Şansa bak! Onlardan
bir tanesi bile ortalıkta gözükmüyordu.
Güneş ve Gökmen’in
kendilerini arabaya hapsetmesiyle birlikte bir anda Gökmen’in yapması gereken
işi kendim yapıyordum. Üstelik en nefret ettiğim şeydi. Bugüne dek “Pardon,
birkaç dakikanızı alabilir miyim?” diye yanıma yaklaşan bir kişiye bile değil
birkaç dakika birkaç saniye vermemiş olan ben, şimdi aynı kalıpla insanları
durdurmaya çalışıyordum. İşte şimdi anlıyordum anketörlerin yaşadığı
sıkıntıları. Henüz bir tane öğrenciyi bile durdurmayı başaramamışken kotayı
doldurup tam tamına seksen anketi nasıl tamamlayacaktık?
Okulda işimiz
bittiğinde hava iyiden iyiye kararmıştı. Kafeteryalar bir bir boşalmış temizlik
görevlilerinin de gidişinin üzerine okulda neredeyse bir tek biz kalmıştık.
Allah’tan kalabalık bir arkadaş grubuna denk gelmiş ve on beş anketi dakikalar
içinde bitirmiştik. O masadaki hareketliliği fark eden diğer gruplar ise biz
sormadan ankete gönüllü olmuşlardı. Ne de olsa öğrencilerdi. Öğrenci öğrencinin
halinden elbette anlardı.
Kaldırıma
oturup derin bir ohh çektikten sonra sigaralarımızı yakarken sabahtan beri aklımda
olup da bir türlü soramadığım soruyu sordum Müge’ye.
-Kuzum niye
elbise giyindin sen bugün? Yanlış anlama çok yakışmış ama senin tarzın değil
diye biliyorum. Bir de anket için milletin peşinden koşturdun o kadar.
Pantolonlarına noldu?
-Akşam konser
var. Buradan direk konsere geçeceğiz Gökmen’le. Siz de gelsenize.
Üzerimi Müge’nin
da görebileceği bir şekilde baştan aşağı süzdüm. Kot pantolonum ve
converselerim üzerimdeki ne kadar şık olursa olsun “sporuz” diye bağırmaktan
ortalığı inletirken bardaki bir konsere gitmeye hiç niyetim yoktu.
-Aman ne
var yani? Gökmen de böyle.
-O erkek
ama. Ayrıca sen böyle giyinmişken ben yanında olmuyorum.
-Ya
boşversene. Bak konsere gelmezseniz Güneş eve gider uyur. Gökmen de olmayacak.
Onu görmeye bahanen olmaz. Sana mis gibi bahane sunuyorum işte. Sen de gelirsen
Güneş hayır diyemez artık.
Can evimden
vurmuştu beni. Bunu yapmayan bir o kalmıştı zaten. Zaafımı öğrendiklerinden
beri bana bir şeyi yaptırmak istediklerinde aynı taktiği kullanıyorlardı.
Açıklamaya da gerek yoktu üstelik. Bir kez “Güneş” densin, ben anında
senaryoları kafamda yazıp milyon kez filmini çekiyor ve istenileni yapıyordum.
Yine öyle oldu.
-Tamam.
-Oley
beee!!!
Yorumlar
Yorum Gönder