Alkımın Güneşi "Bölüm 6"



            Sabah uyandığımda, bütün gün çuval taşıyıp üzerine sadece birkaç saat uyumuş gibi ağrıyordu bütün kemiklerim. Kalbimdeki sancıdan bahsetmiyorum bile. Cidden, kaç saat uyumuştum? Saate bakmamla yataktan fırlamam bir oldu. Yarım saat önce dersim başlamıştı ve ben, fazlasıyla devamsızlık yapmıştım. On beş dakika içinde evden çıktım ve koşa koşa okula geçtim. Henüz ara vermemişlerdi. Kapıda oturup sigara yaktım. Başımı kaldıramıyordum. Sanki herkes dün geceyi biliyordu. Acizliğimin, çaresizliğimin farkındaydı bütün insanoğlu. Sadece İzmir değil, dünyanın neresine gidersem gideyim, herkes her şeyin farkındaydı ve başımı kaldırdığım an dalga geçeceklerdi benimle. Uzun zamandır susan iç ses, susmaya devam ediyordu. Yokladım ama cevap alamadım. Anlaşılan, karışıp da daha da berbat etmek istemiyordu. Aslında bundan berbat olacağını da sanmıyordum ama iç sesim de olsa zorla konuşturamazdım.

            Sigaramı içerken ayağımın ucundaki taş dikkatimi çekmişti. Onunla oynuyordum. Öğretmenin dersten attığı küçük bir çocuk gibi dolu dolu gözlerle bütün taşları inceliyordum. Engel olamadığım birkaç damla yaş, sigaramın üzerine düştü. Ardından içimi çekmeye başladım. Korktuğum şey gerçekleşmek üzereydi. Tutamayacaktım kendimi bu gidişle. Tam o sırada derse ara verildi ve koşarcasına sınıfa gittim.

            Bütün ders boyunca bir tek Güneş'i düşündüm. Not tutmamayı geçtim, deftere sayfalarca şiir yazdım bir de. Her birine de gözyaşlarımdan imza attım istemeden. Kimsenin fark etmemesine şükrederek. Ağladıkça, bir zehri kusuyordu sanki midem. Ama aynı zamanda da adeta bir günahımı gözler önüne seriyordu gözyaşlarım. Hangi günah peki? Neydi günah olan? Kana kana sevdiğimden mi suçluydum ben? Yoksa gitmesin diye gururumu ezişimden mi?

            Ağlama şiddetim arttıkça fark edenler olmaya başladı gözyaşlarımı. Tutamıyordum işte kendimi. Bir defa başladı mı akmaya, saatlerce dinmiyordu gözyaşı denen şey. Her şeye de ağlamazdım üstelik. Yakıp yıksan da içime içime ağlardım ben. Göğsümü döve döve yutardım hıçkırıklarımı. Ruhu duymazdı yan yatakta yatan kardeşimin bile.

            Ders bitmek üzereyken Koray’ın mesajıyla titredi telefonum. Beni çağırıyordu. Öğle yemeğini birlikte yemek için bir davette bulunmuştu. Bütün gece ben sokak ortasında hıçkırarak ağlarken, nasıl olduğumu bile merak etmemiş olan adam; şimdi beni ayağına çağırıyordu. Gidecektim elbette. En güzel yalandan olan maskemi suratıma takıp, gözlerimin içi gülümserken kalbimi gözyaşlarımda boğacaktım. Öyle de oldu.

            -Koray ya. Ben Güneş’ten uzak kalmak istemiyorum. Farkındasın sen de çok iyi anlaşıyoruz. Konuş onunla. Dün gece o konuşma hiç yaşanmamış gibi devam edelim hayatımıza.

            -Yarın öbür gün bana Güneş diye ağlamaya kalkma Alkım. Dün gece kendin denedin, yerin dibine girdin. Onun henüz bir çocuk olduğunu sen de biliyorsun. Boşver, yoluna bak. Konuşurum ben. Her şey eskisi gibi devam eder.

            -“Aslansın!” deyip sarıldım boynuna. Kafamda dönen tilkileri elbette fark etmemişti. Nasıl etsin ki? Karşısında hiç kimseyi umursamayan, sapasağlam ayakta duran bir kadın vardı. O kadının gülüşünün arkasındaki antidepresanlardan habersizdi. Yırtılmış bir fotoğraf gibi saçmasapan bir şekilde birleştirilen kalbini de bilmiyordu. Attığı her kahkahanın bir hıçkırığı bastırıp, kalbine biraz daha tuzlu su eklediğinin de farkında değildi. Aslına bakarsanız Koray; bana dair her şeyden habersizdi. Onun için yalnız “o” vardı. Keşke anlamam bu kadar geç ve bu kadar zor olmasaydı.

            Akşamüstü Koray çağırdı. “Sıkılmadın mı evde oturmaktan? Gel biraz da biz de otur.” Diyerek. Ne fark edecekti sanki. Ama kırmak da istemedim. Bir an önce hazırlanıp çıktım. Koray’ın ziline basıp beklemeye başladım ve hiç hazır olmadığım bir manzarayla karşılaştım. Kapıyı açan Güneş’ti ve Koray Güneş’in onda olduğunu söylememişti. Hoş! Ben de sormamıştım.

            -“Hoş geldin.” Dedi ne idüğü belirsiz bir ses tonuyla. Yıllardır görmediği, göresinin de gelmediği bir yabancıya bakarcasına. Saliseler içinde kafamda onlarca düşünceye, davranışa, harekete yer verdim. O an orada suratına tükürebilirdim. Ya da “Sen varken nasıl hoş olayım?” deyip sövebilirdim. Belki tüm gücümle bir yumruk sallayabilirdim suratının tam ortasına. Ya da dün hiç yaşanmamış gibi davranıp oscarlık bir performans sergileyebilirdim. Öyle de yaptım.

            -Hoşbuldum! Nerelerdesiniz ya siz? Bugün niye bu kadar geç geldiniz özlettiniz valla. (Bokunu çıkarmasam olmazdı. Elimi attığım ne varsa bokunu çıkarmadan rahat edemezdim asla.)

            Tavrıma, yüzümdeki aptal gülümsemeye, kıpır kıpır davranışlarıma anlam veremeyen Güneş; en az benimki kadar aptal bir ifadeyle bana bakakaldı. Koray onunla konuşmuştu. Ama eminim ki bu kadar pozitif olmamı da beklemiyordu. Kaçamak bakarım sanıyordu yüzüne. Önündeki kül tablasını muhatap olmamak için kalkıp kendim alırım. Ya da geçiştirme cevaplarla konuşurum onunla. Olmadı öyle.

            Sıkıntıdan saçmalamanın zirvesini gördüm. Üç adamın arasında tek kadın olarak oturuyor yetmiyor bir de araba konuşuyordum. Oyun oynuyordum utanmadan. Ne kadar online savaş oyunu varsa teker teker öğreniyordum. Dizlerimde mini eteğim, tırnaklarımda ojelerim, hala saç spreyi kokan saçlarımla küfür ede ede kaleleri topa tutuyordum.

            -“Yeter artık. Dışarı çıkalım, bir şeyler içelim ruhum daraldı.” Dedim bir çırpıda. Gözlerim Koray’da, kulağım Güneş’te. Hiç beklemediğim halde Koray’dan destekleyici cevabı aldım. O andan sonra kimse tutamadı beni. Dakikalar içinde üç erkeği de yaka paça çıkardım kapının önüne. Alt tarafı birer kahve içecektik.  Evde 1 liraya aynısını yapmak yerine biz 10’ar lira vermeyi tercih etmiştik. Bir kere mi geliyorduk be dünyaya!

            -“Pınar'ı da alalım.” Dedi Koray. Pınar? Koray’ın dünyasında benden ve eski sevgililerinden başka kız mı vardı yani? Ufak çaplı bir sinir krizi geçirmek üzereyken ben, bunu fark eden Koray hemen olayı anlatmaya başladı. Pınar, Hazal’ın ev arkadaşıydı. Yani Koray’ın eski baldızı.

            Hazal, hastalık boyutunda şizofren olan çirkin mi çirkin bir kızdı. Birkaç santim uzadığında hemen kestirip ensesini açıkta bırakacak boya getirdiği siyah saçları ve kahverengiye yakın gözleri vardı. Benden üç dört santim uzun ve benden en az beş kilo fazlaydı. Yüzünde tebessümün kırıntısını göremezdiniz. Yani ben hiç görmedim. Belki de beni sevmediğinden görmemişimdir. Amaaan! Ben sanki bayılıyordum ona... Koray'la birlikteyken her akşam kahve içmeye çağıran kız; ayrıldıkları gibi beni hayatından çıkarmıştı. Yenilgiyi hazmedemiyordu resmen. Öyle ki, çöpe attığı mendilini alsan, senden geri almak için savaş çıkarırdı neredeyse. Abartmıyorum. Üstelik bu savaş, soğuk savaş olurdu mutlaka. Psikolojikmen çökertirdi insanı. Zehirli bir yılan gibi sızardı bütün hayatına. Ne var yani gocunmayalım mı? Bizim de var demek ki yaramız.
           
            Yolumuzu biraz(!) uzatıp Pınar'ı da aldık. Daha yürüyecek yolumuz varken Koray bizi kaynaştırmaya çalışıyordu. Sağolsun Pınar, yerini yurdunu biliyordu. Dağdan gelme olayı hani. Sıcak bir muhabbete başlamıştık yürürken. İyi birine benziyordu. Aslına bakarsanız benim ilk izlenimlerim her zaman kötüdür. İlk görüşte çok sevdiklerim genelde bir psikopatla aynı karakterde olur ama bu kızın içinde ne varsa dilinden de o dökülüyordu. Ya da ben yine fazla abartıyordum.

            Pınar; benden biraz uzun boylu ve boyuna göre fazlasıyla zayıf bir kızdı. Açık kahve upuzun saçları vardı. Öyle çok güzel bir kız değildi ama kesinlikle hoştu. Çok sıradan bir konuşmada bile fazlasıyla içtendi. Bu içtenliğinin yapmacık olduğunu da asla düşünmedim. Ya gerçekten doğaldı ya da çok iyi rol yapıyordu.

            Buca’nın sevdiğimiz tek yeri olan Öğretmenevleri Sokağı’nda en sevdiğimiz kafelerden birine oturduk. Daha doğrusu yanımdaki herkes birer asosyal olduğu için benim en sevdiğim kafelerden birine oturduk. Şansımıza Beşiktaş’ın maçı vardı tam o sırada. Güneş fanatik bir Çarşı taraftarıydı. Babam tarafından Fenerbahçeli yapılmamış ve seçme hakkımı kullanmış olsaydım, bir dişi kartal olurdum eminim ki. Fakat şimdilik durum buna müsait değildi. Ben de Beşiktaş sempatizanıydım. En pasifinden… Oturma düzenine göre Güneş’in karşısında kalmıştım. Maçı en net izleyebilen Güneş’ti ne kadar zor da olsa. O heyecan yaptığı an, televizyona bakabilmek için resmen masaya yatıyordum. Başlarda bunu garipsese de bir süre sonra alıştı bu duruma. Bu davranışım, bize gayet normal gözükse de pozisyon olduğunda ve ben masaya yattığımda mekandaki bütün erkekler televizyon yerine beni izliyordu. Sebebini anlamam ise çok uzun sürmedi. Kendimi yine oğlan çocuğu sanmış, altımdaki etekten bi haber davranmıştım. Masaya yattıkça da asıl pozisyonu ben vermiştim bütün kafeye. Utançtan yerin dibine girdim de çıkamadım dakikalarca. Kıpkırmızı yanaklarımla arkama yaslanıp sus pus oturdum bütün gece. Maçtaki gollere bile bakamadım.

            Sıkıntıdan gömüldüğüm telefonda bütün sosyal medya hesaplarımı didik didik ediyor, günler öncesinin paylaşımlarına tekrar tekrar bakıyordum adeta. Güneş, karşımda oturduğu halde her fırsatta gözlerini kaçırıyordu benden. Nasıl bir ateşkes yapmıştık anlam veremiyordum. Hani arkadaştık? Gözlerini kaçırmak da neyin nesiydi? Üstelik ben çaktırmadan bakıyordum. Görmesi imkansızdı. Demek ki o da bakıyordu. Ama madem bakıyorsun neden kaçırıyorsun ki gözlerini?
           
            Kafamı yeniden telefona gömdüm. Masada dönen dedikodulara ara sıra dahil oluyordum ama genelde dinliyor kafama kazımaya çalışıyordum. Fazlasıyla işe yarar şeyler vardı. Yani benim işime yarayacak şeyler… Bir senemi verdiğim adamın, yıldönümümüzde beni terk etmesinin altında yatanlar gibi. Altına yatırdığı kadınlar gibi. Benimleyken üstelik.

            Sayfayı yenilediğim sırada masaya bomba gibi düşecek bir paylaşımla göz göze geldim.

            -Koraaaayy! Hazal şu an bizim evin altındaki kafede. Üstelik senin arkadaşınla!

            Evet! Üstelik Koray’ın arkadaşıyla. Bu ilk değildi. Hazal ayrıldıklarından beri Koray’ın arkadaşlarından sevmediği kim varsa hepsiyle en az bir defa görüşmüştü. Buna benim eski sevgilim de dahildi. Durumu özetlemek gerekirse Hazal şuan benim eski sevgilimin çalıştığı kafede Koray’ın arkadaşlarından biriyleydi. Allahım! Elbette kıskanmadım. Sadece sinirime dokundu. Birazcık… Tamam tamam baya bir sinir oldum evet. Başka kafe mi kalmadı? Eski de olsa benim o bir kere. Adı üzerinde ‘Eski Sevgilim’ Yani eski ama benim!

            Dakikalar içinde masada deli senaryolar yazılmış, müthiş intikam planları yapılmış ve planların uygulanması için kahvemin dibini görmeden masadan zengin kalkışı yapmıştık. Kasaya geldiğimizde ne kadar zengindik bir kez daha sorguladık.

            -Hesap ayrı ayrı mı?

            -Iıı evet. Benim çayı sen ver yarın paslaşırız.

            -Alkım benim sana borcum vardı senin kahveyi de ben ödeyeyim.

            -Koray, 2 lira çıkar mı?


            -...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Fotoğraf Karesi

Olmuyor

Sana Rağmen